Blog Yazılarımız

TUDPAM | Türk Dış Politikası Araştırma Merkezi > Analizler > Avantaj mı Alarm mı? Türkiye’nin ABD Tarife Rejimindeki Yeri

Avantaj mı Alarm mı? Türkiye’nin ABD Tarife Rejimindeki Yeri

Ahmet Çağrı Soylu

TUDPAM Araştırma Asistanı

2 Mayıs 2025 tarihinde Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Başkanı Donald Trump, Beyaz Saray’ın Gül Bahçesi’nde bir tören düzenledi ve bu törende karşılıklı tarife stratejisi (reciprocal tariff strategy) adını verdiği stratejiyi tanıttı. Bu stratejiye göre ABD, birçok ülkeye uygulayacağı tarifeleri artırarak kendilerine uygulanan haksız tarifeleri dengelemiş olacaktı. Birçok ülkenin bulunduğu tarife oranı listesinde Türkiye, %10 ile en az tarife oranı uygulanan ülkeler arasında yer aldı. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti resmî organları tarafından memnuniyetle karşılandı.  Cumhurbaşkanı Yardımcısı Cevdet Yılmaz, 9 Nisan tarihinde yaptığı açıklamada, “Şu an itibarıyla tablonun lehimize olduğunu söyleyebiliriz.” ifadelerini kullanırken; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ise, “Düşük gümrük vergisi uygulanan ülkelerden biri olmamız nedeniyle bu süreci birçok ülkeden daha kolay atlatacağımızı düşünüyoruz.” şeklinde değerlendirmede bulundu (Reuters, 2025). Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti yönetim kadroları, ABD’nin yeni tarife politikalarının Türkiye’yi görece az etkileyeceğini, bu sebeple endişelenecek herhangi bir şey olmadığını düşünmektedir. Ancak bu gelişme, yalnızca tarife oranlarına indirgenemeyecek kadar çok boyutlu bir dönüşüm niteliği taşımaktadır. Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti yetkililerinin mevcut değerlendirmeleri, durumu tam anlamıyla yansıtmakta yetersiz kalmaktadır.

Esasında yeni tarife politikaları yalnızca ticaret verileriyle sınırlı bir düzenleme olmaktan öte, ABD’nin küresel sistem içerisindeki yeni konumlanışını ve 1980’lerden bu yana egemen olan neoliberal paradigma içerisindeki kırılmayı ortaya koymaktadır. Bu politikalar, salt gümrük oranlarıyla açıklanamayacak olan yapısal bir dönüşümün parçasıdır. Dolayısıyla, bu analizde asıl amaç; söz konusu stratejinin ardındaki yapısal motivasyonları irdeleyerek, Trump’ın “Yeniden Sanayileşme (Reindustrialization)” söyleminin bu dönüşümdeki merkezî rolünü ortaya koymaktır. Bahse konu olan bu dönüşümün iyi anlaşılması için ilk önce ABD’nin sanayisizleşme sürecinin bugünlere uzanan yolculuğunu kavramak önemlidir.

ABD’nin Sanayisizleşme Süreci

1971 yılında Bretton Woods sisteminin çökmesiyle birlikte ABD dolarının altına dönüştürülebilirliği sona erdi. Bu gelişme, doların serbest dalgalanmaya bırakılmasına ve zamanla değer kazanmasına yol açtı. Doların değerlenmesi ABD’nin ihracat ürünlerinin uluslararası piyasalarda daha pahalı hâle gelmesine neden olurken, ithalat ürünlerini ise görece ucuzlaştırdı. Bu durum, yerli üreticilerin dış rekabete karşı korunmasız kalmasına ve küresel ölçekte rekabet edebilme kapasitelerinin zayıflamasına yol açtı. Uzun yıllar boyunca küresel üretim gücünün merkezinde yer alan ABD için bu gelişme oldukça dikkat çekiciydi. Zira aşağıdaki tabloda da görülebileceği üzere 20. yüzyılın başlarından itibaren ABD, birçok üretim kolunda Büyük Britanya’yı geçmişti (Tablo 1).

 

Tablo 1: League of Nations, 1945

Öte yandan, 1970’lerde Güney Kore, Japonya ve Almanya gibi ülkeler savaş sonrası toparlanma süreçlerini büyük ölçüde tamamlamış ve sanayi üretimlerinde önemli atılımlar gerçekleştirmişlerdi. Tablo 1’de gösterildiği üzere 1913’te Japonya, dünyadaki toplam üretimin sadece %1,2’sini üretirken 1971 yılında bu sayı %8,91’e yükselmiştir (Tablo 2). Dolayısıyla bahsi geçen bu ülkeler, teknolojik yenilikler ve maliyet avantajları sayesinde sanayi üretiminde ABD ile rekabet edebilir hâle gelmişti. Yani doların değerlenmesi sadece ABD’nin ihracat performansını olumsuz etkilemekle kalmamış, aynı zamanda yükselen sanayi ülkeleri karşısında ABD’nin rekabet gücünü de zayıflatmıştır. Bunlara ek olarak Vietnam Savaşı dolayısıyla yapılan ekstra harcamalar ve 1973 petrol krizi, ABD ekonomisini stagflasyona uğratmıştır (Brenner, 2006).

Tablo 2: Todo Datos, 2020     

Reel sektörde yaşanan bu değişimler ve doların altın endeksli olmaması, özellikle Reagan döneminden itibaren ABD’nin reel sektör yerine finansal sektörün büyümesini teşvik etmesiyle sonuçlanmıştır (Epstein, 2005). Bu dönemde neoliberalizm reformları yürürlüğe konmaya başlanmış, yani sermaye hareketleri serbestleştirilerek sanayi daha verimli üretim yapılabilecek ülkelere taşınmıştır. Bu sebeple finansallaşma ve globalleşme sürecine “sanayisizleşme süreci” denir.

Sanayisizleşmenin ABD İçin Sonuçları

80’lerden itibaren yaşanan bu değişiklikler ABD’nin süper güç konumunu pekiştirdi. Özellikle doların küresel rezerv para olması ve finansallaşmanın getirdiği kredi sistemlerinin sağladığı kolay borçlanma imkânlarıyla iç tüketimin artırılması, ABD ekonomisini sağlamlaştırdı.  Ancak bunların yanında reel sektöre sırt çevirmelerinden dolayı imalat sektöründeki istihdam önemli miktarda azaldı. Bu sebeple mavi yaka olan ve teknik eğitime sahip işçilerin büyük bir oranı işlerini kaybetti (Mishel et al., 2012). Buna ek olarak sanayi şirketlerinin üretimi Çin‘e aktarması Çin’in dünyanın en büyük sanayi devi olmasının önünü açmıştı. Özellikle Çin, 2001’de DTÖ’ye girdikten sonra aldığı yatırımlarla dünyanın fabrikası olurken, ABD de dünyanın finansörü hâline geldi. Bu durum, Çin’in reel sektörün lideri olan bir teknoloji ve inovasyon merkezi olmasını sağlarken, ABD’nin kendi büyümesini finansal spekülasyonlara bağlayan bir güç olmasına sebep oldu (Lazonick, 2014).

Nitekim 2018’e gelindiğinde dünyadaki toplam üretimin %28,4’ü Çin tarafından üretilmekteydi (Statista, 2018). Bu oran ABD’nin süper güç olduğu döneme yaklaşan bir veridir. Dolayısıyla ABD hegemonyasının hüküm sürdüğü tek kutuplu dünyada böylesine yüksek bir oranın ABD haricinde bir ülke tarafından elde edilmiş olması, doğal olarak ABD siyasetinin de gündemindeydi. Bu konuyu en çok gündeme getiren isimlerden biri de mevcut Başkan Donald Trump’tı.

Trump ve Yeniden Sanayileşme

Trump, ABD’nin yeniden sanayileşmesi gerektiğini, Çin’e ve diğer üretici küresel güney ülkelerine bağımlı kalınmaması gerektiğini vurgulayarak ve özellikle sanayisizleşme dönemi işlerini kaybeden işçi sınıfına seslenerek ABD siyasetinde önemli bir etki yarattı. Özellikle serbest ticaretin ABD’ye zarar verdiğini iddia ediyor, Amerikan şirketlerinin yurtiçinde üretim yapmasını istiyordu (National Archives, 2017). Buna ek olarak, pandemi döneminde yaşanılan tedarik zinciri sorunlarından çıkarılan sonuçlarla, ABD’nin kendi üretim altyapısına sahip olmasını istiyordu. Bu durum özellikle ilaç sektörü, savunma sanayisi veya çip teknolojileri gibi stratejik alanları kapsıyordu (Hall, 2020). Nitekim Trump’ın tarife politikası ve Çin’e karşı takındığı düşmanca tutumun temel sebebi bunlardır. Bu durumda ABD’nin tarife politikalarının asıl sebebinin endüstrinin ABD’ye dönmesi ve reel sektörde dışa bağımlılığın azaltılması hedefinin olması, Türkiye için nasıl iyi bir haber olabilir?

Tarife Politikaları ve Türkiye

ABD’nin tarife politikalarının temelinde yeniden sanayileşme hamlesi olduğu için Türkiye’ye konulan tarife oranının düşük seviyede olması aslında Türkiye’nin ABD için önemli bir endüstriyel güç olmadığını göstermektedir. Zira ABD, kendi sanayisi için risk oluşturabilecek ülkelere yüksek tarife uygularken, bu riski oluşturmayan ülkeler için alt limiti %10 olarak belirlemiştir. Bu durumda Türkiye’nin alt limit ülkelerinden biri olması Türkiye ile ABD ticaretinin gelişmişliğinden değil, Türk sanayisinin ABD pazarını etkileyecek büyüklükte olamamasından kaynaklıdır. Bu sebeple, eğer Türk sanayisi de yüksek katma değerli ürün üretiminde başarı elde ederse, mevcut ABD yönetimi tarafından ekstra tarifelere tabi tutulacaktır. Bu nedenle mevcut düşük tarifeli ticari ilişkiler Türk sanayisinin zayıflığını örtbas etmemeli, aksine yüksek katma değerli üretime geçildiğinde bu avantajlı durumun sona ereceğinin farkına varılmalıdır. Bu bağlamda, mevcut düşük tarifeli ikili ticaret ilişkilerini Türkiye’nin lehine bir süreç olarak görmek maalesef hatalı bir yaklaşımdır. ABD’nin uyguladığı bu korunmacı ve kendi oluşturduğu sisteme karşı aldığı tavır, Türkiye tarafından iyi okunmalı ve küresel aktörlerle bu bağlamda ilişkiler kurulmalıdır. Küresel düzendeki değişikliklere uyum sağlayabilmenin ve Türkiye’nin çıkarlarına hizmet eden tarafta yer alabilmenin de öncül koşulu budur. Dünyanın üreticisi konumunda olan ve küreselleşmeyi savunan Çin ile dünyanın finansal lideri olan ve küreselleşmeye şüpheci yaklaşmaya başlayan ABD’nin mücadelesinde hangi politika setlerinin Türkiye’ye yarayacağı Türkiye’nin örnek alacağı ekonomik sistemlere göre farklılık göstermektedir. Dolayısıyla gelecekte özellikle bu bağlamda küresel sistemi okuyabilmek ve günceli yakalayarak önemli analizlerle yerinde politikalar uygulayabilmek önem arz edecektir.

Kaynakça

Brenner, R. (2006). The economics of global turbulence. Verso.

Epstein, G. (2005). Introduction: Financialization and the world economy. In Financialization and the world economy

Hall, L. (2020, August 6). ‘We cannot rely on China and other nations’: Trump signs order mandating ‘essential’ drugs to be bought from within US. The Independent.

Lazonick, W. (2014). Profits without prosperity. Harvard Business Review, 92(9), 46-55.

League of Nations. (1945). Industrialization and world trade.

Mishel, L., Bernstein, J., & Shierholz, H. (2012). The state of working America. Economic Policy Institute.

Reuters. (2024). Erdoğan says Turkey not expecting negative impact from U.S. tariffs.

Statista. (2018). China is the world’s manufacturing superpower: Countries with the highest share of global manufacturing output in 2018.

Trump, D. J. (2017, January 20). Inaugural address. The White House National Archieves. https://trumpwhitehouse.archives.gov/briefings-statements/the-inaugural-address/

Todo Datos. (2020). Top 10 countries by share of world manufacturing output, 1970-2018 in current US dollars.

Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Webinara
Kayıt Ol !

Son 2 Gün