Blog Yazılarımız

TUDPAM | Türk Dış Politikası Araştırma Merkezi > Analizler > Cumhuriyet Döneminde Türkiye’nin Enerji Politikaları (1923-2025)

Cumhuriyet Döneminde Türkiye’nin Enerji Politikaları (1923-2025)

Mustafa Metin Kaşlılar

TUDPAM Başkan Yardımcısı

Türkiye, 2024’te günlük 135 bin varil petrol üretimiyle oldukça yüksek bir seviyeye yükselmiş ve 2025 tarihinde enerji politikaları noktasında çok önemli adımlar atmıştır. Bu gelişmeyi sadece teknik bir başarı olarak görmek yerine, aynı zamanda bir yüzyıldır süregelen stratejik bir arayışın dönüş noktası olduğunu söyleyebiliriz. Musul’un kaybı ile enerji bağımsızlığı noktasında bu ideale doğru yönelen Türkiye, 1920’lerden itibaren kurumsal, siyasi ve jeopolitik anlamda, özellikle petrolü millî devlet meselesi haline büründürmüştür. Bugüne baktığımızda ise Gabar’da, Karadeniz’de ve açık denizlerde sürdürülen enerji faaliyetleri bu arayışın devlet politikası olduğunu net olarak bizlere göstermektedir. Türkiye bu noktada sadece enerji tüketen değil, arayan, üreten ve enerji diplomasisi yürüten bir aktör olarak sahada yer almayı hedefleyen bir ülkedir.

Osmanlı Dönemi ve Musul Meselesi

Osmanlı Devleti, son dönemlerinde iktisadi olarak toparlanmak adına umut kaynağı olarak petrolü görmüştür. Özellikle 19. yüzyılın sonlarında Musul ve Bağdat vilayetlerinde yapılan ilk yüzeysel petrol keşifleri, Osmanlı Devleti’nin dikkatini bu yöne çekmeyi başarmıştı fakat teknik altyapı eksikliği ve sermaye yetersizliği, Batılı şirketlerin bu alana el atmasına sebep olan önemli faktörlerdir. Belirli yabancı aktörler ve şirketleri, bölgede bu dönemde imtiyazlar elde etmeye başladı. Osmanlı Devleti, bölgeyi koruma adına belirli bir hukuki düzen getirmiş olsa da siyasi zayıflık bu çabaları ortadan kaldırdı.

Jacques de Morgan, 1892 tarihinde özellikle bir arkeolog olarak Mısır çalışmaları adına bölgeye gelmiş ve arkeolojik kazılar yürütmüştür fakat Morgan, aynı zamanda bölgedeki petrolle de yakından ilgilenmiştir. Bu çalışmalardan beslenen Wilham Knox D’Arcy, özellikle Körfez bölgesindeki petrol yatırımlarının finansmanını tamamen üstlendi ve çalışmalar başladı. Bu noktada Osmanlı Devleti’nin bölgedeki otoritesinin gevşek olduğunu bilen D’Arcy, bölgedeki tüm aşiretlerin desteğini 1896 tarihindeki çalışmalarıyla kazanmıştır.

Sultan Abdülhamid, bu dönemde Musul ve Bağdat bölgesindeki D’Arcy’nin çalışmalarına imtiyaz vermeyi reddetti. Bunun üzerine D’Arcy, İran bölgesindeki çalışmalarına başlamış oldu. İran bölgesinde bulunan zengin petrol yatakları, gözleri yine Musul’a çevirdi. Bu dönemde Sultan Abdülhamid tahttan indirilmiş ve ilişkiler tekrar tazelenmişti. Almanların bu dönemdeki çalışmaları da imtiyazlar için bir ön ayak olmuştur.

Bu noktada anlaşmaların devam etmesi Türkiye Millî Bankası’nın kurulması ile sonuçlandı; Deutsche Bank ve belirli petrol şirketleri, Türkiye Milli Bankası ile anlaştı. Fakat bu dönemde Osmanlı Devleti, Yemen İsyanı, İtalyan ve Balkan harpleri ile uğraşmaktaydı ve Petrol ilgi çeken bir alan olmadı. Bu dönemde Anglo-Persian Oil Company, sessiz partner olarak, petrol imtiyazlarında önemli bir aktör olarak öne çıkmıştır. İngiltere, savaş başlarında bu şirkete belirli imtiyazlar ve geniş mali imkânlar sağlamış; hisselerinin bir kısmını ise hazineye aktarımını sağlamıştır.

İngilizlere göre petrol önemli ve stratejik bir kaynaktı; Osmanlı Devleti bu kaynağı elinde bulunduruyordu. Bu sebeple İngilizler, Osmanlı Devleti daha savaşa girmeden Musul’a asker çıkarmaktan hiç çekinmemiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın ilk günlerinde Basra bölgesini ele geçirdiler ve bölgedeki aşiretler ile tamamen etkin hale gelmeyi başardılar. Savaş sonunda Mondros Mütarekesi imzalanmasına rağmen William Marshal, mütareke hükümlerini çiğneyerek Musul’u aldı. Bölgede etkin bir güç kurarak Irak Krallığı oluşturuldu ve işgal aslında uzun vadeye yayıldı. Turkish Petroleum Company, hisselerinin bölünüşü de yeniden düzenlendi. Türkiye Millî Bankası, hissedarlar listesinden silindi. Deutsche Bank hisseleri Fransızlara devredildi. ABD, bu dönemde Irak petrollerinin paylaşılması Wilson İlkeleri’ne aykırı bularak itiraz etti. Mustafa Kemal Paşa’nın özellikle Millî Mücadele hareketi sonrasında bölgede etkin istihbarat çalışmaları yürütüldü fakat İngiltere, harp dışında Musul’u bırakmamak için her çareye başvurma politikası takip ederek bölgede tamamen yerleşim sağladı.

Musul Meselesi, Mondros Mütarekesi sonrası Millî Mücadele döneminin ve sonrasının dış politika içerisinde en önemli konulardan biri olmuştur. Musul, Misakımillî kararlarında açıkça Türk vatanı olarak kabul edilmişti. TMBB, bu noktada bölgede halkoyunun yapılması gerektiğini savunmuştur. Lozan görüşmelerinde ise Türkiye, Musul’un hukuken kendisine ait olduğunu etnik ve tarihî olarak Türk toprağı olduğunu savunmuştur. Lozan’da anlaşılamayınca konu ertelendi. 1924 tarihinde ise Haliç Konferansı düzenlendi. Türkiye bu konferansta halk oylaması yapılmasını istese de İngiltere bunu reddetti. 1925-1926 tarihleri arasında ise Milletler Cemiyeti, İngiliz mandasında Irak egemenliğini tanıdı. 1926 tarihinde Türkiye, Musul üzerindeki hak talebinden vazgeçti. Türkiye, 25 yıl süreyle petrol gelirinden %10 pay alacaktı fakat bu ödeme daha sonra kesildi. Bu dönemde, ülkedeki iç istikrar ve doğuda isyan tehlikesi karşısında pragmatik olarak bu karar alınmıştır fakat Türkiye’nin petrol üzerindeki etkileşimi kırılmış oldu.

Erken Cumhuriyet Dönemi 1923-1950

Cumhuriyetin ilk yıllarında petrol, devletin sanayileşme ve ekonomik bağımsızlık hedefleri içerisinde stratejik bir hedef olarak öne çıktı fakat teknik kapasite eksikliği, yabancı şirketlere bağımlılığı arttırıyordu. Bu durum da millî kaynakların kontrol altına alınmasını zorlaştırıyordu. Bu dönemde, 1935 tarihinde Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) kurulmuş; kalkınma çabaları noktasında yeraltı kaynaklarının devlet eliyle çıkarılması amacıyla 1933 yılında Ekonomi Bakanlığı’na bağlı “Petrol Arama ve İşletme” ile “Altın Arama ve İşletme İdaresi” adıyla iki bağımsız kurum oluşturulmuştur. Bu bağımlığı azaltmak ve yerli kaynakların bilimsel temelde araştırılması sağlamak amacıyla kurulan bu kurum, önemli bir dönüm noktası oluşturmaktadır.

MTA, ülkenin birçok bölgesinde etkin bir çalışma içerisinde araştırmalar yürütmüştür. MTA, 1939 yılına kadar metal, kömür ve petrol grupları olarak çalışmalarını sürdürmüştür. Belirli periyotlarla çıkarılan petrol kanunlarıyla Türkiye’de petrol arama ve üretiminin yasal altyapısı oluşturulurken; 1940 tarihinde Batman’ın güneyinde Raman-1 kuyusunda petrole rastlanmış, ticari anlamda ilk petrol keşfi ise 1945 tarihinde Raman-8 kuyusundan çıkarılmıştır. 1941 tarihinde Millî Koruma Kanunu’na dayanılarak halk ve milli müdafaa ihtiyaçları için lazım olan her türlü petrol ve ürünlerini satın almak, satmak ve stoklamak, imkân nispetinde tasfiyehaneler tesis etmek ve işletmek amacıyla Ticaret Bakanlığı’na bağlı olarak kamu tüzel kişiliğine sahip Petrol Ofisi kurulmuştur. 1945 tarihinde ise Batman’da 200 ton işleme kapasitesine sahip bir rafineri kurulmuştur. Bu gelişmeler, devletin enerji alanındaki rolünü belirleyici kılmış; ileride kurulacak olan Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’nın (TPAO) temellerini hazırlamıştır. Kısaca bu dönemde petrol yalnızca bir enerji kaynağı değil, aynı zamanda ekonomik bağımsızlığın bir simgesi olarak devlet aklına yerleşmiştir.

TPAO Dönemi ve 1954 Sonrası Devletin Enerjide Aktörleşmesi

1954 tarihi Türkiye, enerji tarihinde yapısal bir kırılma noktasını teşkil etmektedir. Bu dönemde 6326 sayılı Petrol Kanunu ile 792 sayılı kanun yürürlükten kalkmıştır. 1954 tarihli Petrol kanunu, 1952 tarihli İsrail Petrol Kanunu’nu da hazırlayan hukukçu ve jeolog Max Ball tarafından hazırlanmıştır. Bu kanunla birlikte ülke içerisinde petrol arama, çıkarma ve işleme faaliyetleri yasal çerçeveye oturtulmuş; Petrol Kanunu ile petrol faaliyetleri yerli ve yabancı özel sermayeye açılmıştır. 1954 tarihinde TPAO kurulmuş ve devletin enerji politikalarında yalnızca düzenleyici değil, aynı zamanda üretici ve yatırımcı olarak bir aktöre dönüşmesini sağlamıştır. TPAO, ilk yıllarda Güneydoğu Anadolu Bölgesinde çalışmalar yürütmüş; 1955 tarihinde Raman sahasında ticari ölçekli petrol üretimine başlamıştır. Garzan, Batı Raman ve Kozluk sahalarında ise yeni rezervler bulunmuştur. Türkiye, bu noktada 1960’lı tarihlerde 30-40 bin varil üretime ulaşmıştır. Bu gelişmeler devletin enerji alanında teknik bilgi birikimi, ekipman ve insan gücü açısından tecrübe kazanmasını sağlamıştır. TPAO bu dönemde yabancı ortaklarla iş birlikleri de yapmış önemli bir kurum olarak günümüze kadar gelmiştir.

1980 Sonrası Serbestleşme ve Uluslararası Açılım

1980’li yıllar Türkiye’nin enerji politikalarında yapısal değişimlerin yaşandığı bir dönemdir diyebiliriz. 2 Ocak kararları ile başlayan neoliberal reform süreci petrol ve doğal gaz gibi stratejik kurumlarda serbest piyasa ilkesinin benimsenmesini beraberinde getirmiştir. 1983 tarihinde çıkarılan yasayla TPAO’nun tek başına yürüttüğü arama ve üretim faaliyetleri özel sektöre daha fazla açılım sağladı. Bu dönemde Türkiye’ye daha fazla uluslararası enerji şirketleri gelmeye yöneldi.

1980 sonrası dönemde petrol ve doğal gaz üretimi sınırlı kalırken, enerji tüketimi hızla artmıştır. Türkiye bu noktada enerji faturasında ciddi açıklar vermeye başlamış, TPAO ise bu süreçte arama faaliyetlerinden çok dış ortaklıklar ve yurtdışı yatırımlar yoluyla faaliyet göstermeye çalışmıştır. Türkiye’nin enerji güvenliği kavramı ise ilk kez bu dönemde literatüre konmuştur; zira Körfez Savaşı ve ardından gelen Irak ambargoları enerji kaynaklarına dış bağımlılığın siyasi kriz anlarında kırılgan olduğu net olarak anlaşılmıştır. Bu yıllar genel hatlarıyla enerji diplomasisi ve boru hattı politikalarıyla uluslararası enerji denklemine girilmeye çalışıldığı bir dönem olarak geçmiştir diyebiliriz.

2000 Sonrası AK Parti Döneminde Enerjide Yeni Arayışları ve Günümüz

Ak Parti’nin iktidara gelmesi sonrasında enerji politikalarını yalnızca ekonomik kalkınmanın değil, jeopolitik gücün ve millî egemenliğin bir parçası olarak tanımlaması ile süreç başlamış oldu. Bu dönemde Türkiye’nin enerji planlamaları dışa bağımlılığı azaltma, yerli kaynaklara yönelme ve enerji geçiş yolları üzerinde dış politika hamleleri üretme üzerine kurulmuştur. 2010 sonrasında TPAO’nun yeniden yapılandırılması, millî sondaj filosunun kurulması ve Karadeniz ile Güneydoğu’daki saha yatırımları dikkat çekici olmuştur.

Türkiye, özellikle günümüzde enerji filosu noktasında çalışmalar yürütmektedir diyebiliriz. Hâlihazırda 2 sismik ve 4 sondaj gemisi olan Türkiye, bu sayıları artırma yolunda ilerlemektedir. İhtiyaçların artması noktasında ek gemilerin alınması oldukça olasıdır; zira 2020 tarihinde Sakarya Gaz Sahası’nda bulunan büyük doğal gaz keşfi sonrasında bu konu oldukça önem arz etmektedir.

Sakarya Gaz Sahası’nda bulunan doğal gazın günlük üretimi bugünlerde 8,8 milyon metreküp civarındadır. Bu üretimle 3,8 milyon hanenin doğal gazını kendi üretimiyle karşılayan Türkiye bu noktada ilk bazda 9,5 milyon metreküp üretim ve gelecek yıl için ise öngörü olarak 7,5 milyar metreküp doğal gaz üretecektir. Bu üretim ilerleyen yıllarda daha fazla artacak şekilde planlanmakta ve Türkiye, bu noktada enerji bağımsızlığı adına çalışmalarını hızlandırmaktadır.

Türkiye yalnızca bölgede değil, Somali çevresinde gaz arama ve hidrokarbon çalışmaları yürütmektedir. Yaklaşık 15 bin kilometrekarelik 3 deniz sahasında 3 boyutlu sismik çalışmalar bölgede hâlâ devam etmektedir. Somali çevresinde aynı zamanda madencilik faaliyetleri de yürütülecek. Petrol ve gaz arama çalışmaları aynı zamanda Libya çerçevesinde de devam eden bir süreci oluşturmaktadır. Türkiye, bu çerçevede enerji jeopolitiğini genişletmiş ve önemli bir aktör olarak sahada yer alan bir devlet konumundadır diyebiliriz.

Türkiye, aynı zamanda Rusya-Ukrayna Savaşı sonrasında Rusya ile olan ilişkilerini iyi bir düzeyde tutmuş, savaşta arabulucu rolü oynayarak iki tarafında güvenini kazanmıştır. Bu noktada Rusya ile Türkiye’de bir gaz merkezi kurulması yolundaki çalışmalar devam etmektedir. Bu noktada Türkiye, gazın merkezî konumdaki ülkesi olma yolunda hızla ilerlemektedir. Rusya ile olan ilişkilerde diğer bir önemli atılım ise şüphesiz Akkuyu Nükleer Santrali’dir. Bu santral ile Türkiye, enerji bağımsızlığı yolunda önemli adımlar atacak ve elektrik üretimini kesintisiz olarak sürdürecektir. 2025 yılının sonunda Akkuyu Nükleer Santrali’ne ilk elektriğinin verilmesi beklenmektedir. Akkuyu Nükleer Santrali’nin tüm bileşenleriyle devreye alınmasının ardından Türkiye’nin doğal gaz ithalatının yıllık 7 milyar metreküp azalacağını söyleyebiliriz.

Dışa bağımlılığı azaltma yolunda ise Türkiye’nin diğer bir politikası Türkmen gazının Hazar üzerinden ülkemize gelmesi oluşturmaktadır. Bu gerçekleştiği vakit hem Türkiye’nin hem de Avrupa adına gaz akışı sağlama noktasında önemli bir adım atılmış olacaktır.

Türkiye, petrol üretimi noktasında da oldukça ileri adımlar atmaya devam etmektedir diyebiliriz; zira günlük petrol üretiminin 2025 mart sonu itibarıyla 135 bin varili aşmış ve Gabar’da günlük petrol üretiminin 81 bin varili geçmiştir. Gabar’da toplam değeri 2 milyar dolara yaklaşan 26 milyon varilin üzerinde üretim gerçekleştiğini de belirtmemiz gereklidir. Bu noktada Türkiye, küresel enerji güvenliğine ve arz ve tedarik güvenliğine en önemli katkıları yapan ülkelerden biri konumunda olmayı sürdürecektir. Avrupa ülkelerinin yaşadığı enerji krizinin atlatılmasında Türkiye çok önemli bir konumda yer almaktadır diyebiliriz.

Türkiye, kurulduğu ilk günden bu yana enerji noktasında bağımsız olmayı bir devlet meselesi haline getirmiş ve bunun üzerinde birçok çalışma yapmış bir ülke olmuştur. Tarihsel birikim ve tecrübe ile bugün enerji politikalarını çeşitlendirmiş ve enerjide dışa bağımlılığın çözüm yolları adına çalışmalar oldukça artmıştır; zira enerji bağımlılığı, Türkiye’nin hem dış borcunu arttırıyor hem de siyasal gücünü kısıtlıyor. Bu noktada enerji bağımsızlığının çok önemli olduğunu belirtmemiz gerekmektedir. Türkiye, özellikle hem yenilenebilir enerji noktasında çalışmalarını sürdürürken diğer yandan gaz merkezi olma ve petrol çalışmalarını arttırma noktasında çalışmalarını da hızlandırmaktadır.  Türkiye’nin hem doğal kaynakları hem coğrafi konumu hem de hidrokarbon rezervlerine yakınlığı itibarıyla küresel enerji denkleminde stratejik bir ülke olarak Türkiye’nin küresel enerjinin emniyetli merkezi haline geldiğini belirtebiliriz.

Bugüne baktığımızda; enerji diplomasisi Türkiye’nin etkili olduğu bir alandır. Planlanan çalışmalar, özellikle Sakarya Gaz Sahası’nda 2026 yılı içinde Faz-1 ve Faz-2 toplamında yaklaşık 20 milyon metreküp günlük üretim hedeflenmesi ve 2028’de Sakarya’da günlük üretimin 40 milyon metreküpe yükseltilmesinin amaçlandığını söylememiz gereklidir. Gelecek, enerji diplomasisi noktasında oldukça açık ve Türkiye bu konuda büyük bir potansiyel ülke konumunda.

Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Webinara
Kayıt Ol !

Son 2 Gün