Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 2026 yılını “Türkiye’nin uluslararası görünürlüğünün zirveye taşınacağı bir dönem” olarak tanımlaması ile son yıllarda giderek çeşitlenen dış politika angajmanının kurumsal bir düzeye doğru taşındığını göstermektedir. Türkiye’nin aynı takvim yılı içinde “COP 31”, “NATO Zirvesi” ve “Türk Devletleri Teşkilatı’nın (TDT) 13. Zirvesi’ne ev sahipliği yapacak olması hem küresel hem bölgesel ölçekte çok katmanlı bir diplomasi stratejisi benimsediğini açıkça göstermektedir. Bu durum, Türkiye’nin yalnızca uluslararası toplantılara lojistik anlamda ev sahipliği yapma kapasitesinin genişlediği ile sınırlı kalmayacak ve dahası, uluslararası sistemde kendine biçtiği rolün giderek daha kapsamlı bir çerçeveye yerleştirildiğini de işaret edecektir.
Bu üç zirvenin 2026 yılı içinde Türkiye’de gerçekleşecek olması, uluslararası ilişkiler yazınında giderek daha fazla vurgulanan “çok düzlemli dış politika” yaklaşımının somut bir örneği olarak görülebilir. Zira ele alınan platformların her birinin farklı normatif çerçevelere, farklı aktörler kümesine ve farklı güç dağılımı dinamiklerine sahip olduğu unutulmamalıdır. Bununla birlikte Türkiye’nin bu üç zirveye aynı yılda ev sahipliği yapacak olması devletin stratejik kültüründe yer alan dengeleyici ve esnek karar alma yaklaşımının belirgin bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye, bir yandan transatlantik güvenlik mimarisinin parçası olmayı sürdürürken diğer yandan bölgesel kimlik temelli yapılanmalarla bağlarını kurumsallaştırmakta ve aynı zamanda küresel çevre yönetişimi alanında ortaya çıkan yeni norm setleriyle de uyumlu hareket etmeye çalışmaktadır.
Türkiye’nin COP31’e ev sahipliği yapacak olması, çevre politikalarının giderek güvenlik, ekonomi ve kalkınma başlıklarıyla örtüştüğü bir dönemde Ankara’ya yeni bir diplomatik vazife yüklemektedir. Son yıllarda Türkiye’nin iklim değişikliği bağlamında uluslararası müzakerelere daha görünür şekilde katılması, bu alanın salt çevresel bir başlık olmaktan çıkıp ekonomik dönüşüm, sanayi politikaları, enerji güvenliği ve uluslararası finansmana erişim gibi geniş bir yelpazeyi kapsadığını göstermektedir. COP31, Türkiye’nin özellikle gelişmekte olan ülkeler arasındaki pozisyonunu güçlendirme ve iklim tartışmalarını kalkınma yaklaşımıyla ilişkilendirme çabalarına uygun bir zemin de sunmaktadır. Bu bağlamda, Türkiye’nin iklim finansmanı, karbon nötrlüğü hedefleri, enerji dönüşümü ve afet riskini azaltma gibi temalarda daha etkili bir söylem geliştirmesi de mümkün gözükmektedir.
NATO Zirvesi ise Türkiye’nin güvenlik mimarisindeki rolünün yeniden değerlendirildiği bir döneme denk gelmektedir. Rusya-Ukrayna Savaşı’nın yarattığı güvenlik açmazı, Karadeniz’in stratejik önemi, NATO’nun genişleme politikası ve güney kanadına yönelik tehdit algılarının çeşitlenmesi, Türkiye’nin ittifak içindeki konumunu daha kritik ve önemli bir noktaya taşımıştır. Bu bağlamda 2026 Zirvesi, Türkiye’nin ittifakla ilişkilerinde zaman zaman tartışma yaratan özerklik arayışını kolektif savunma ilkeleriyle nasıl uyumlu şekle soktuğunu anlamak açısından önemli olacaktır. Türkiye’nin savunma sanayisi temelli iş birliği, terörizmle mücadele, sınır güvenliği ve caydırıcılık politikalarına dair pozisyonlarının bu zirve aracılığıyla yeniden şekillenmesini beklemek de yerinde olacaktır.
TDT’nin 13. Zirvesi ise Türkiye’nin Avrasya coğrafyasındaki tarihsel ve kültürel bağlarını stratejik bir kurumsallaşma süreci ile birleştirme yöneliminin önemli bir parçasıdır. TDT’nin son dönemde ulaştırma koridorları, enerji hatları, ticari entegrasyon ve savunma iş birliği gibi alanlarda giderek artan bir dinamizm yakaladığı görülmektedir. Türkiye’nin bu yapıda oynadığı rol, sadece tarihsel ya da kültürel bağlara dayanmamak ile birlikte bölgesel güç dengelerinin yeniden şekillendiği bir dönemde Ankara’nın kendi etki kapasitesini kurumsal araçlarla destekleme çabasını yansıtmaktadır. 2026’daki zirvenin Türkiye’nin bu örgütsel yapı içinde hem normatif hem stratejik açıdan belirleyici aktör konumunu daha da pekiştireceğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Üç zirvenin birlikte ele alınması Türkiye’nin dış politikasında ortaya çıkan bütünleşik yaklaşımını bizlere daha görünür kılmaktadır. Türkiye’nin dış politika davranışını son dönemlere baktığımız zaman ne yalnızca Batı’ya tam eklemlenmiş geleneksel çizgiye ne de tamamen alternatif ittifak arayışlarına indirgeyebiliriz. Aksine Türkiye, farklı güç merkezleriyle eş zamanlı ilişki kurabilen, çeşitli uluslararası platformlarda farklı rol tanımlarına uyum sağlayabilen, esnek ve uyarlanabilir bir dış politika modeline yönelmektedir. Bu model, hem ulusal çıkar temelli bir jeopolitik meydan okumayı hem de normatif angajmanları aynı anda içeren bir çerçevede süregelmektedir.
Dolayısıyla 2026’nın “uluslararası zirveler yılı” olarak tanımlanması, Türkiye’nin dış politikasında yalnızca görünürlüğün artacağı bir dönem anlamına gelmemekle beraber, uluslararası sistemde kendisine biçtiği rolün çeşitlenmiş, çok boyutlu ve stratejik bir nitelik kazandığını da göstermektedir. Türkiye bu bağlamda hem küresel yönetişim mekanizmalarına katkı veren hem transatlantik güvenlik mimarisinin önemli bir unsuru olarak hareket eden hem de Türkistan coğrafyasında kimlik ve tarih temelli kurumsallaşmayı güçlendiren bir aktör olarak ön plana çıkmaktadır. Bu nedenle 2026 yılı, Türkiye’nin dış politika vizyonunu yeniden ölçeklendirdiği ve uluslararası sistemdeki konumunu daha da iddialı bir çerçeveye oturttuğu bir eşik olarak görülecektir.
Kaynakça
T.C. İletişim Başkanlığı (2025). Cumhurbaşkanı Erdoğan: “Hedef, terör belasına son vererek Türk ekonomisini şahlandırmak”. https://www.iletisim.gov.tr/turkce/haberler/detay/cumhurbaskani-erdogan-hedef-teror-belasina-son-vererek-turk-ekonomisini-sahlandirmak#:~:text=Cumhurba%C5%9Fkan%C4%B1%20Erdo%C4%9Fan%2C%20%22Sizler%20de%20takip,ni%20ba%C5%9Fkentimiz%20Ankara’da%20ger%C3%A7ekle%C5%9Ftirece%C4%9Fiz. (Erişim Tarihi: 03.12.2025).
Fotoğraf: T.C. İletişim Başkanlığı