Önsöz
Tarihi, insanın varoluşuna kadar uzanan bu kıtanın stratejik önemi, her yüzyılın ve her çağın gerekliliklerine göre şekillenerek artmaya devam ediyor. Bu kıtayı hem dünya tarihi için hem de devletlerin ve jeopolitik düzen için önemli yapan etkenlerden biriyse elbette kıtanın sömürgeleştirilmesidir. Bu yazı ile başlatacağımız yazı serisi, kısa analizlerle kıtanın ve uluslararası konjonktürün tarihini ve olayların şekillenmesini ele alacaktır.
Giriş
Doğu Roma İmparatorluğu’nun tarihin tozlu sayfalara karışmasıyla birlikte her iki önemli ticaret yolu da Türklerin eline geçmiş, bu yüzden Hristiyan Batı, yükselen Osmanlı’ya karşı yeni alternatifler yaratmaya çalışmıştır. Fatih Sultan Mehmet’in kendini Roma Kayzeri ilan etmesiyle Osmanlı Hanedanı Mezopotamya’nın batısı, Afrika’nın Kuzeyi ve Arap Yarımadası’nda hak iddia etmeye başlamıştır.
Türklerin 100 yıl gibi insan hayatı için uzun ancak devletler tarihi için kısa sayılabilecek sürede, bu denli geniş çapta bir coğrafyada Batı sınırını Viyana’ya, Doğu sınırını bir diğer Türk devleti olan Safevi Devletine kadar genişletip etkisi altına alması doğal olarak Kıta Avrupa’sındaki hanedanlıkların ekonomik ve siyasi anlamda varlıklarını sürdürebilmeleri için yeni alternatifler bulma konusundaki mecburi arzularını pekiştirmiştir.
Yeni Çağ
1492 yılını yeni çağ için bir milat kabul eden Batı dünyası, coğrafi keşifler ile Kıta Avrupası dışında yeni ve verimli topraklar bulmuş ve buraları sömürgeleştirmeye başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu, 16.yüzyılın ortasından itibaren Kanuni Sultan Süleyman’ın son dönemlerinde hanedanın içişlerindeki karışıklıklar ve Sultan Süleyman’ın yaşlılığı sebebiyle eski dinamizmini kaybetmiş, bu süre zarfında Batılı devletler ekonomik anlamda güç kazanmaya başlamıştır. Kıta Avrupası’ndaki nüfusun aynı anda iki kıtayı da ihya etmeye yetmeyeceğinin çabuk farkına varan Batı dünyası, gözünü Afrika kıtasına dikmiştir. Osmanlı İmparatorluğu Kıta Avrupası’ndaki devletlerin güneye inmesini zorlaştırmış, kıtanın en önemli limanlarından Sevakin ve Musavva limanını kontrol altına alarak kendi kontrolü altındaki bölgelerin sömürge haline getirilmesinin önündeki en büyük engellerden biri olmuştur ve kendi nüfuzunu arttırmıştır.
Yavuz Sultan Selim döneminde başlayan güneye doğru seferler neticesinde Osmanlı’nın gücü Arap yarımadası ve çöllerinde hissedilmiştir. Sokullu Mehmet Paşa döneminde Mısır’dan Tunus’a kadar uzanan coğrafyayı himayesi altına alan Osmanlı, Kıta Avrupası devletlerinin yanı sıra Ruslarında Afrika’nın güneyine inmesini zorlaştırmıştır. Nitekim bu durum 19.yüzyılın sonlarına kadar devam etmiş, bu süre zarfında Batı ile Osmanlı arasındaki savaşlar gittikçe şiddetlenirken kuzeydeki Ruslar, Osmanlı’ya daha fazla tehdit yaratmaya başlamıştır ve Ruslar ile Osmanlı İmparatorluğu defalarca savaş meydanlarında karşı karşıya gelmiştir.
Sömürgeleştirme
Afrika kıtasında ise yüzyıllar boyunca Osmanlı’nın çabalarına rağmen Batılı sömürgeci devletler tarafından insanlar silah zoruyla doğdukları topraklardan binlerce kilometre uzaktaki yeni topraklara köle olarak götürülmüş ve işçi olarak çalıştırılmıştır. Batı, Afrika ve Amerika kıtalarını sömürge haline getirerek zenginleşirken, Doğu’daki tehdit yani Osmanlı İmparatorluğu yanlış politikalar, merkezi otoritenin zayıflaması, reform yapılamaması ve sanayileşmede geride kalınması gibi birçok sebepten zaman içerisinde duraklama dönemine girmiş, eski ihtişamlı günlerini arar hale gelmiştir.
Kıta Avrupası’nda Yeni Düzen
1856 yılında yapılan Paris Barış Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu Avrupa devleti sayılmış ve Avrupa hukukundan yararlanacağı garanti altına alınmıştır. Bu tarihten itibaren Rusya “Panslavizm” politikasını yoğunluk vermeye başlamıştır. Balkanlardaki karışıklıkları ve bağımsızlıkçı hareketleri el altından desteklemiş, burada yaşayan milletleri Osmanlı’ya karşı kışkırtmaya başlamıştır.
1870’li yıllara gelindiğinde Prusya ile Fransa arasındaki gerilim artmış ve işler savaşa evrilmiştir. Bismarck’ın Prusya’sı önce Avusturya’yı sonra Fransa’yı savaş meydanında mağlup ederek Avrupa’daki güç dengesini baştan aşağı değiştirmiştir. Bunu fırsat bilen Rusya, Batılı devletlerin kendi içişleri ile meşgul olduğunun farkında olarak Osmanlı’ya karşı hem 1853 yılındaki Kırım Savaşı’nın intikamını almak hem de megali ideaları olan “sıcak denizlere inme” hayalini gerçekleştirmek için Osmanlı’ya 1877 yılında savaş ilan etmiştir.
1877-1878 yıllarında yaşanan ve Rumi takvimdeki tarih olan 1293 yılına istinaden 93 harbi olarak bilinen Rus-Osmanlı savaşı Osmanlı İmparatorluğunun ve Afrika Kıtasının geleceği açısından ciddi bir kırılma noktası olmuştur. Osmanlı bu savaş yaşanmadan önce Paris Barış Antlaşmasının şartlarındaki maddelere güvenmiş ve özellikle İngiltere’den Rusya’ya karşı kendi saflarında yer almasını istemişse de İngiltere bu isteği reddetmiştir. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu bu büyük savaşı kaybetmiş ve Rusya ile Ayastefanos Anlaşmasını imzalamıştır. Bu anlaşmaya göre Karadağ, Sırbistan ve Romanya bağımsız bir devlet olurken Bulgaristan çok geniş topraklara sahip olacaktı. Ayrıca Rusya Kafkaslarda da ciddi kazanımlar elde edecekti. Bu durum Rusların, Kafkaslardan Balkanlara kadar gücünü daha fazla hissettirmesine ve batılı devletlerin aleyhine güç dengesinin değişeceği izlenimine kapılmasına yol açtı.
Osmanlı ise bu anlaşmayla birlikte Afrika’daki gücünü ciddi anlamda yitirmiştir. Kıta Avrupası devletleri ise zaman kaybetmeden 1884-1885 yıllarında Berlin Afrika Konferansı ile bu pastanın (Afrika’yı sömürgeleştirmek) nasıl paylaşılacağı konusunda ortak uzlaşıya varmışlardır. Bu konferansa Ruslar’da katılmıştır. 1552 yılında Korkunç İvan himayesinde Kazan’ı ele geçirerek büyümeye başlayan Rusya neredeyse 2.5 yüzyıl içerisinde Afrika’daki kolonizasyon sürecinin parçalarından biri haline gelmiştir.