Özet
Bu çalışma, İran’ın nükleer programının tarihsel evrimini ve 2025 İran-İsrail Savaşı bağlamında ABD’nin gerçekleştirdiği önleyici müdahaleyi analiz etmektedir. İran’ın nükleer programı Pehlevi döneminde Batı desteğiyle modernleşme ve enerji bağımsızlığı hedefleri doğrultusunda başlamış; 1979 İslam Devrimi sonrasında ise ideolojik bir karakter kazanarak rejim meşruiyeti ve ulusal bağımsızlığın sembolü haline gelmiştir. 2025’te patlak veren İran-İsrail savası, ABD’nin Gece Yarısı Çekici Operasyonu ile İran’ın nükleer tesislerine yönelik müdahalesine yol açmıştır. Müdahale, kısa vadeli teknik kazanımlar sağlasa da İran’ı nükleer kapasitesini daha gizli, dağınık ve denetlenmesi güç bir yapıya dönüştürmeye yöneltmiş, ülke içinde radikalleşmeyi ve rejim güvenliği algısını güçlendirmiştir. Sonuç olarak, önleyici vuruş uluslararası hukuki sınırları tartışmaya açarken, nükleer yayılmayı engelleme hedefiyle çelişen paradoksal etkiler üretmiştir. Çalışma, İran örneği üzerinden, nükleer kapasitenin yalnızca teknik değil, aynı zamanda ideolojik ve stratejik bir güvenlik unsuru olduğunu vurgulamakta ve önleyici vuruşun meşrutiyetini sorgulamaktadır. Bununla birlikte Türkiye örneği bağlamında nükleer enerji yatırımlarının bölgesel jeopolitik riskler karşısında korunmasının gerekliliğini ve bütünleşik güvenlik politikalarının önemini de tartışmaktadır.
Giriş
Nükleer teknolojinin uluslararası güvenlik, devlet egemenliği ve ideolojik kimliklerle kesiştiği noktalar, modern dünya siyasetinde kritik tartışma alanları yaratmaktadır. Özellikle Orta Doğu gibi jeopolitik olarak hassas bölgelerde, nükleer kapasite yalnızca enerji üretimi veya savunma aracı olmanın ötesinde, rejimlerin ulusal kimlik ve uluslararası sistem içindeki konumlanışlarını destekleyen stratejik bir unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Bu çalışma, İran’ın nükleer programının tarihsel evrimini ve 2025 yılında İran-İsrail Savaşı sırasında ABD’nin nükleer tesislere yönelik müdahalesinin etkilerini analiz etmeyi amaçlamaktadır.
İran’ın nükleer programı, 1950’li yıllarda Pehlevi yönetimi döneminde modernleşme ve kalkınma hedefleri doğrultusunda başlatılmış, Batılı ülkelerle yürütülen iş birliğiyle enerji ve teknoloji altyapısı güçlendirilmiştir. 1979 İslam Devrimi ile birlikte ise nükleer teknoloji, Humeyni’nin zalimler-mazlumlar ayrımı temelinde ideolojik bir araç hâline gelmiş ve rejim meşruiyeti ile bağımsızlığın sembolü olarak konumlanmıştır. Bu tarihsel süreç, İran’ın nükleer kapasitesini yalnızca enerji veya savunma perspektifinden değil, aynı zamanda ideolojik ve stratejik bir güvenlik yatırımı olarak değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.
2025 yılında patlak veren İran-İsrail Savaşı, nükleer tesislere yönelik ABD müdahalesiyle küresel bir boyut kazanmış, nükleer altyapının fiziksel ve stratejik kırılganlıklarını gözler önüne sermiştir. Bu gelişme yalnızca İran’ın değil, bölgedeki diğer ülkelerin de nükleer güvenlik stratejilerini yeniden gözden geçirmesine yol açmıştır. Özellikle Türkiye açısından, İran örneği nükleer enerji yatırımlarının askeri tehditlere, siber saldırılara ve diplomatik gerilimlere karşı korunmasının ne kadar hayati olduğunu göstermiştir. Türkiye’nin enerji arz güvenliğini çeşitlendirmek amacıyla yürüttüğü nükleer enerji programı (Akkuyu, Sinop, Trakya) bu bağlamda yalnızca kalkınma projesi değil, aynı zamanda ulusal güvenlik mimarisinin bir parçası hâline gelmektedir. Bu nedenle, çalışma hem İran örneğini tarihsel-siyasal yönleriyle analiz etmekte hem de önleyici vuruş doktrininin olası yansımaları çerçevesinde Türkiye’nin nükleer güvenlik stratejisine ilişkin çıkarımlar üretmeyi hedeflemektedir.
İran’ın Nükleer Programının Tarihsel Arka Planı
İran’ın nükleer programı, 1950’li yıllara dayanan ve hem iç hem de dış faktörlerden etkilenen uzun soluklu bir süreçtir. Bu süreç, Pehlevi yönetimi döneminde başlatılan modernleşme girişimleri çerçevesinde şekillenmiş ve 1979 İslam Devrimi ile birlikte ideolojik bir araç haline gelmiştir. İran’ın nükleer faaliyetleri ilk olarak 1957 yılında, Amerika Birleşik Devletleri (ABD) ile imzalanan Barış için Atom Anlaşması kapsamında başlamıştır. Bu anlaşma, Muhammed Rıza Pehlevi’nin modernleşme politikaları ve Batı yanlısı dış politikası doğrultusunda tasarlanmıştır. Bu çerçevede 1967 yılında Tahran Üniversitesi Nükleer Araştırma Merkezi kurulmuş ve ABD tarafından sağlanan 5 megavatlık araştırma reaktörü devreye alınmıştır (Melman and Javedanfar, 2008; 84). Aynı dönemde İran, Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na 1968 yılında imza atmış ve 1970’te resmen taraf olmuştur. 1974 yılında Şah yönetimi, kapsamlı bir nükleer kalkınma planı açıklayarak, 20 yıl içinde 23 nükleer enerji santrali inşa etmeyi hedeflemiştir (World Nuclear Association, 2025). Bu plan kapsamında ABD başta olmak üzere çeşitli ülkelerle yoğun iş birliği yürütülmüş ve Buşehr nükleer santralinin temeli Siemens firması tarafından atılmıştır. Programın tamamıyla sivil enerji üretimine odaklanması ve İran’ın dönemin uluslararası sisteminde Batı’nın güvenilir bir müttefiki olarak görülmesi, herhangi bir askeri şüphe doğurmamıştır. Bununla birlikte, Pehlevi Hanedanlığı’nın modernleşme politikaları ve ABD’nin Orta Doğu’daki stratejik çıkarları, nükleer programın desteklenmesini kolaylaştıran önemli etkenler olarak öne çıkmıştır. Dolayısıyla İran’ın nükleer programı hem enerji ve kalkınma hedefleri hem de bölgesel güç dengeleri ile doğrudan ilişkilendirilebilecek çok boyutlu bir süreç olarak değerlendirilmelidir.
1979’da Ayetullah Humeyni önderliğinde gerçekleşen İslam Devrimi, İran’ın nükleer programında köklü bir dönüşüme neden olmuştur. Devrimin ardından Batılı uzmanlar ülkeyi terk etmiş, birçok proje askıya alınmış ve Buşehr santralinin inşası durdurulmuştur. Bununla birlikte, devrim sonrası ideolojik yapı, nükleer teknolojiyi hem rejimin meşruiyetinin hem de bağımsız kalkınmanın bir sembolü haline getirmiştir. Humeyni uluslararası ilişkileri zalimler ve mazlumlar olarak ikiye ayıran bir ideolojik çerçeveye dayandırmıştır (Humeyni, 1979; 44). Bu bakış açısına göre ABD ve İsrail’ in geri kalmış Müslüman toplumları sömürdüğü, dolayısıyla İran’ın bu ezilen ulusların liderliğini üstlenmesi gerektiği savunulmuştur. Bu ideolojik yönelim, nükleer teknolojiyi yalnızca bir enerji kaynağı değil aynı zamanda İslami direnişin bir aracı olarak konumlandırmıştır. İdeolojik temellendirmenin yanı sıra saha gelişmeleri nükleer programın stratejik önemini artırmıştır. Buna göre 1980–1988 yılları arasındaki İran-Irak Savaşı sonrası savunma ve caydırıcılık kapasitesini güçlendirmek zorunluluk olmuştur. İran bu süreçte Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Batı ambargolarının sertleşmesiyle nükleer teknolojide sürdürülebilirliği sağlamak adına Rusya ve Çin ile iş birliğine yönelmiştir. Özellikle 1990’ların ortasından itibaren Buşehr santralinin tamamlanması için Rusya’nın devreye girmesi, Tahran’ın nükleer enerjiye stratejik bir güvenlik yatırımı olarak bakmaya başladığını göstermektedir. 2000’li yıllarda İran, uranyum zenginleştirme faaliyetlerini Natanz ve Fordo tesislerinde hızlandırmış, bu durum uluslararası toplumda askeri amaçlı nükleer program yürüttüğü yönünde ciddi şüpheler doğurmuştur. Bunun üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 2006’dan itibaren bir dizi yaptırım kararı almıştır (United Nations Security Council, 2006). Ancak İran, bu süreç boyunca nükleer faaliyetlerinin barışçıl olduğunu savunmuş ve 2015 yılında imzalanan Kapsamlı Ortak Eylem Planı ile diplomatik bir çözüm sürecine girmiştir.
Sonuç olarak İran’ın nükleer programı, Şah döneminde enerji bağımsızlığı ve kalkınma hedefleri doğrultusunda başlatılmış, devrim sonrasında ise ideolojik ve güvenlik temelli bir karakter kazanmıştır. Bu tarihsel dönüşüm, İran’ın nükleer politikalarını yalnızca enerji veya savunma perspektifinden değil aynı zamanda rejim kimliği ve uluslararası sistemdeki konumlanışı açısından da değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır.
2025 İran-İsrail Savaşı ve Önleyici Vuruşun Sonuçları
07 Ekim 2023 tarihinde İslami Direniş Hareketi’nin El-Aksa Tufanı operasyonu kapsamında İsrail’e kara saldırısı düzenlemesi ve sonrasında gelişen şiddet eylemlerine İran’ın vekil güçlerinden olan Lübnan Hizbullahı’nın dahil olması kaçınılmaz olarak iki devleti (İran-İsrail) karşı karşıya getirmiştir. Bu durumda İsrail’in Yükselen Aslan Operasyonu’na karşılık İran başta Fettah füzeleri (hipersonik) olmak üzere hava saldırıları (insansız hava aracı-füze) ile misilleme yapmıştır. 2025 yılında patlak veren bu hava savaşı, Orta Doğu’da son on yılın en kritik güvenlik krizlerinden biri olarak uluslararası gündeme taşınmıştır. Savaş, başlangıçta iki bölgesel aktör arasındaki çatışma olarak görünse de ABD’nin doğrudan müdahalesiyle küresel bir güç mücadelesine dönüşmüştür. ABD, 22 Haziran 2025 tarihinde önleyici savunma doktrini kapsamında Gece Yarısı Çekici Operasyonu ile İran’ın nükleer tesislerine yönelik hava saldırısı gerçekleştirmiştir. Bunun yanı sıra bölgeye konuşlandırılan donanmanın varlığı savaşın seyrini belirleyen etkenlerden ikisini oluşturmuştur. Bu müdahaleler, İran’ın nükleer kapasitesine hem fiziksel hem de stratejik düzeyde kayda değer etkiler yaratmıştır. İsrail’in Filistin, Suriye ve Lübnan cephelerinde yoğun çatışmalar yaşadığı bir dönemde[1], İran’ın balistik füze denemeleri ve nükleer tesislerdeki artan zenginleştirme faaliyetleri Washington tarafından yakın tehdit olarak değerlendirilmiştir. Operasyon kapsamında GBU-57 tipi bombalar kullanılarak Natanz, Fordo, İsfahan ve Arak tesisleri hedef alınmış ve uydu görüntülerine göre özellikle Natanz yeraltı kompleksinde ciddi yapısal hasar meydana gelmiştir (Heather, Horschig and Schiff, 2025). Bununla birlikte CNN gibi medya organları İran nükleer tesislerine yönelik saldırı hazırlıklarının yapıldığını haftalar öncesinden duyurmuştur (CNN, 2025). Ayrıca, istihbarat kurumlarının İran’daki bazı ajan ağlarını aktif hale getirdiğini öne sürmüştür. Savaş sırasında İran’ın kritik isimlerine yönelik nokta hava saldırıları ve sonrasında hükümetin casusluk suçlamasıyla bazı kişileri idam etmesi, bu iddiaları güçlendirmiştir (Islamic Republic News Agency, 2025). Bu gelişmeler, operasyonun yalnızca ani bir askeri tepki olmadığını, aksine planlı ve stratejik bir girişim olduğunu göstermektedir. İran yönetimi ise saldırıları uluslararası hukukun ihlali olarak nitelendirmiş ve BM Güvenlik Konseyi’ne başvurarak olayı devlet terörü olarak tanımlamıştır (United Nations Security Council, 2025).
Operasyon sonrası değerlendirmelerde Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ve bağımsız uzmanlar, İran’ın nükleer kapasitesinde kısmi bir gerileme tespit etmiştir. Bununla birlikte, zenginleştirilmiş uranyum stoklarının önemli bir bölümünün saldırıdan kısa süre önce bilinmeyen bir bölgeye[2] transfer edildiği iddia edilmiştir (Landay, 2025). Bu gelişmeler, İran’ın nükleer programının tamamen durmadığını, ancak birkaç yıl geriye gittiğini ortaya koymaktadır. Özellikle Fordo gibi derin yeraltı tesislerinin kısmen ayakta kalması, İran’ın altyapısal dayanıklılık stratejisinin kısmen başarılı olduğunu göstermektedir. Ancak saldırı sonrası oluşan güvenlik açıkları, İran’ı nükleer faaliyetlerini daha gizli ve dağınık bir yapıya dönüştürmeye yöneltmiştir. Saldırılar sonrası İran yönetimi, nükleer tesislerin savunmasını yeniden yapılandırmaya yönelik kapsamlı önlemler geliştirmektedir. Bu kapsamda tesislerin siber-fiziki savunma kapasitelerinin güçlendirilmesi ve nükleer materyallerin ülke genelinde çoklu mikro-reaktör sistemlerine dağıtılmasını öngören yeni stratejiler geliştirmektedir. Bu adımlar, merkezi hedef kavramını ortadan kaldırarak saldırılara karşı dayanıklılığı artırmayı amaçlamaktadır. Diplomatik alanda ise saldırıların ardından Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerle güvenlik iş birliğini yoğunlaştırmıştır. Şanghay İşbirliği Örgütü çerçevesinde, İran’ın nükleer programının barışçıl kalkınma statüsünün korunması gerektiği vurgulanmıştır (The Shanghai Cooperation Organisation, 2025).
2025 saldırıları, önleyici vuruş doktrinini yeniden gündeme taşımış ve özellikle İsrail ile ABD’nin İran karşıtı politikalarında askeri caydırıcılığın ön plana çıktığını ortaya koymuştur. Bununla birlikte, saldırılar nükleer silahların yayılmasını engelleme hedefine hizmet etmemiş, aksine İran’ı radikalleştirmiş, daha kapalı ve denetlenemez bir nükleer sistem inşa etmeye yöneltmiştir. İran kamuoyunda nükleer program ile ulusal kimliği bütünleştiren birlik vurgusunun yapılması (Majdi, 2025), mitinglerde radikal davranışların görülmesi (TRT Haber, 2025) ve İran hükümetinin yukarıda bahsi geçen stratejiler geliştirmesi bu görüşü destekler niteliktedir. Ayrıca söz konusu saldırı, uluslararası hukuk açısından devletlerin enerji altyapılarına yönelik saldırılarının meşruiyet sınırlarını tartışmaya açmıştır.
Sonuç olarak, 2025 İran–İsrail Savaşı ve ABD’nin nükleer tesisleri hedef alan müdahalesi, İran’ın nükleer programına kalıcı zarar vermemiş, ancak ülkenin güvenlik ve dış politika yöneliminde belirgin bir dönüşüm yaratmıştır. İran artık nükleer kapasitesini yalnızca caydırıcılık aracı olarak değil, aynı zamanda ulusal egemenliğin sembolü olarak tanımlamaktadır. Bu gelişmeler, gelecekte benzer saldırıların yalnızca askeri değil, ideolojik ve diplomatik boyutlarda da önemli yankılar uyandıracağını göstermektedir.
Türkiye’nin Nükleer Güvenlik Yaklaşımı ve Önleyici Vuruş Riskine Karşı Stratejik Önlemler
Önleyici vuruş doktrini, bir devletin yakın veya kaçınılmaz gördüğü tehditleri askeri güç kullanarak ortadan kaldırma stratejisini ifade etmektedir. 2025 yılında ABD’nin İran’ın nükleer tesislerine yönelik gerçekleştirdiği hava saldırısı, bu doktrinin günümüz güvenlik ortamında nasıl uygulandığını gösteren çarpıcı bir örnek olmuştur. Söz konusu operasyon, nükleer altyapıların yalnızca askeri hedefler değil, aynı zamanda ulusal egemenlik ve rejim meşruiyetinin sembolleri haline geldiğini ortaya koymuştur. İran deneyimi, bölgesel düzeyde nükleer güvenlik anlayışının yeniden değerlendirilmesini zorunlu kılmış; Türkiye açısından da benzer risklere karşı kapsamlı bir güvenlik yaklaşımının gerekliliğini açık biçimde göstermiştir.
Türkiye’nin nükleer güvenlik politikası, temelde uluslararası hukuk normlarına ve çok taraflı güvenlik iş birliklerine dayanmaktadır. Türkiye, 1980 yılında Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Antlaşması’na taraf olarak, nükleer faaliyetlerinin barışçıl niteliğini garanti altına almış; Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı ile imzaladığı Güvenlik Denetimi Anlaşması kapsamında da bu taahhüdünü uluslararası denetime açmıştır. Ayrıca Nükleer Tedarikçiler Grubu ve Zangger Komitesi gibi ihracat kontrol rejimleriyle uyumlu politikalar benimsemesi, Türkiye’nin nükleer enerji programının küresel güvenlik standartlarıyla bütünleşmesine katkı sağlamaktadır (T.C. Dışişleri Bakanlığı, 2022). NATO üyeliği ise Türkiye’ye erken uyarı sistemleri, istihbarat paylaşımı ve hava savunma koordinasyonu açısından ek güvenlik kapasitesi sunmakta; böylece önleyici vuruş risklerine karşı kolektif savunma mekanizmalarının etkin biçimde kullanılmasını mümkün kılmaktadır. Bununla birlikte, nükleer güvenliğin yalnızca diplomatik katılım ve uluslararası denetimle sağlanamayacağı, İran örneğiyle açık biçimde görülmüştür. Yüksek hassasiyetli tesislerin korunması, gelişmiş siber savunma altyapısının kurulması ve fiziksel güvenlik unsurlarının çok katmanlı biçimde planlanması, ulusal güvenlik stratejisinin ayrılmaz parçalarıdır. Türkiye’nin hâlihazırda işletme aşamasında olan Akkuyu Nükleer Güç Santrali ve planlama aşamasındaki Sinop ile Trakya projeleri, enerji arz güvenliğinin ötesinde, stratejik hedef niteliği taşıyan altyapılar olarak değerlendirilmektedir. Bu nedenle, söz konusu tesislerin çevresine çok katmanlı hava savunma sistemlerinin konuşlandırılması, olası önleyici saldırılara karşı caydırıcılığı güçlendirecek temel bir güvenlik tedbiri olarak görülmelidir. Ayrıca komuta-kontrol sistemlerinin siber tehditlere karşı korunması, yeraltı barınaklarının güçlendirilmesi ve yakıt depolama alanlarının dağıtık biçimde planlanması gibi önlemler de nükleer altyapının dayanıklılığını artıracaktır. Türkiye’nin son yıllarda geliştirdiği Çelik Kubbe projesi, bu kapsamda dikkat çeken yerli bir savunma girişimidir. Farklı irtifalarda görev yapan hava savunma unsurlarını, radar ağlarını ve sensör sistemlerini tek bir komuta-kontrol yapısı altında bütünleştiren bu sistem, nükleer tesisler ve kritik altyapılar için modern bir koruma kalkanı işlevi görebilecektir. Türkiye’nin mevcut savunma planlaması içinde bu sistemin Boğazlar bölgesi gibi stratejik noktalarda test edilmesi, gelecekte Akkuyu gibi nükleer santrallerin yakınında da benzer konuşlanmaların yapılabileceğine işaret etmektedir. Dolayısıyla, İran’a yönelik 2025 önleyici saldırısından çıkarılabilecek temel derslerden biri, nükleer güvenliğin yalnızca pasif uluslararası yükümlülüklerle sağlanamayacağı, aynı zamanda aktif ve entegre savunma sistemleriyle desteklenmesi gerektiğidir.
Diplomatik düzlemde Türkiye’nin, nükleer enerjiyi askeri rekabetin bir aracı haline getirmeden, bölgesel güvenliği önceleyen bir denge politikası yürütmesi önem arz etmektedir. Şanghay İşbirliği Örgütü, Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı ve BM Nükleer Güvenlik Zirveleri gibi platformlarda aktif rol üstlenmek, Türkiye’nin uluslararası itibarını pekiştirecek ve bölgesel güvenlik mimarisine katkısını artıracaktır. Ayrıca Türkiye, Orta Doğu’da nükleer silahlardan arındırılmış bir bölge kurulmasına yönelik girişimlerde öncü rol üstlenerek, önleyici vuruş doktrininin meşruiyetini sorgulayan bir diplomatik pozisyon da inşa edebilir.
Sonuç olarak, 2025 yılında İran’a karşı gerçekleştirilen önleyici vuruş, nükleer altyapıların stratejik kırılganlıklarını açık biçimde ortaya koymuştur. Türkiye açısından bu durum, nükleer güvenliğin yalnızca teknik bir konu değil, aynı zamanda ulusal egemenliğin, enerji bağımsızlığının ve diplomatik istikrarın temel bileşeni olduğunu göstermektedir. Bu nedenle Türkiye, uluslararası yükümlülüklerle uyumlu fakat kendi savunma altyapısına dayalı bütüncül bir nükleer güvenlik politikası geliştirerek, hem sürdürülebilir enerji kalkınmasını güvence altına alabilir hem de bölgesel krizler karşısında stratejik istikrarını koruyabilir.
Sonuç
İran’ın nükleer programının uzun tarihsel seyri ile 2025 İran-İsrail savaşı bağlamında gerçekleştirilen ABD müdahalesi birlikte değerlendirildiğinde, önleyici vuruş doktrini kısa vadeli taktiksel kazanımlar sağlasa da uzun vadede barışı pekiştirmekten ziyade güvenlik ikilemlerini ve radikalleşmeyi derinleştirmektedir. Pehlevi döneminin Batı destekli modernleşme vizyonuyla başlayan nükleer girişimler, 1979 Devrimi sonrasında Humeyni’nin zalimler-mazlumlar ayrımı temelinde ideolojik bir mahiyet kazanmış; böylece nükleer teknoloji hem rejim meşruiyetinin hem de ulusal bağımsızlığın sembolü haline gelmiştir. Bu tarihsel dönüşüm, nükleer kapasitenin teknik bir mesele olmanın ötesinde siyasal ve ideolojik bir işlev üstlendiğini açık biçimde göstermektedir.
2025 yılında gerçekleştirilen Gece Yarısı Çekici Operasyonu, önleyici saldırıların fiziki etkileri ile siyasal sonuçları arasındaki çelişkiyi somutlaştırmıştır. Operasyon Natanz, Fordo ve diğer tesislerde ciddi altyapı hasarına yol açarak İran’ın zenginleştirme kapasitesinde geçici bir gerilemeye neden olmuş, ancak aynı zamanda Tahran’ın rejim güvenliği algısını pekiştirerek nükleer programı daha kapalı, dağınık ve denetlenmesi zor bir yapıya dönüştürmüştür. Bu durum, önleyici vuruşların yayılmayı engelleme hedefiyle çelişen bir stratejik paradoks doğurmuştur. Dolayısıyla bu tür saldırılar, teknik kapasiteyi sınırlayabilirken siyasal inkâr, gizlilik ve alternatif teknoloji geliştirme eğilimlerini güçlendirmektedir.
Bu analizden çıkarılabilecek üç temel sonuç bulunmaktadır. İlk olarak, önleyici vuruşlar uluslararası hukukta meşruiyet tartışmalarını derinleştirmekte; devletlerin enerji altyapılarına yönelik askerî müdahalelerinin normatif sınırlarını yeniden gündeme getirmektedir. İkinci olarak, İran örneği, benzer nükleer enerji yatırımlarını sürdüren ülkeler için teknik ve güvenlik açısından uyarıcı bir işlev görmektedir. Üçüncü olarak, güvenlik mimarisinde askerî caydırıcılığın ön plana çıkması, diplomatik denetim ve çok taraflı güvenlik mekanizmalarının güçlendirilmesini daha da gerekli hale getirmektedir. Bu çerçevede Türkiye açısından çıkarılacak dersler belirleyicidir. İran örneği, nükleer güvenliğin yalnızca teknik altyapı veya enerji politikası değil, aynı zamanda ulusal egemenlik ve uluslararası meşruiyetle doğrudan ilişkili olduğunu göstermiştir. Türkiye’nin nükleer enerji programı kapsamında Akkuyu, Sinop ve Trakya gibi stratejik tesislerini koruma sürecinde bütünleşik bir nükleer güvenlik yaklaşımı benimsemesi gerekmektedir. Bu yaklaşım, uluslararası normlara bağlılığın yanı sıra, Çelik Kubbe gibi çok katmanlı hava savunma sistemlerinin stratejik bölgelerde konuşlandırılması, siber güvenlik altyapısının güçlendirilmesi ve kriz anlarında kolektif savunma mekanizmalarının etkin biçimde işletilmesi gibi pratik tedbirleri içermelidir.
Sonuç olarak, önleyici vuruş doktrini bölgesel istikrarı pekiştirmekten ziyade güvenlik gerilimlerini derinleştirme potansiyeli taşımaktadır. Türkiye’nin bu tecrübeler ışığında hem diplomatik hem de teknik boyutları içeren proaktif bir güvenlik vizyonu geliştirmesi, nükleer enerji alanında sürdürülebilir kalkınmayı güvence altına alırken, aynı zamanda bölgesel barış ve istikrarın korunmasına da katkı sağlayacaktır.
Kaynakça
Ayetullah Humeyni (1979), İslam Fıkhında Devlet, çev. Hüseyin Hatemi, Emek Matbaacılık Tesisleri, İstanbul.
Islamic Republic News Agency (2025, Eylül 29), “Iranian Judiciary says Mossad’s trusted spy executed”, IRNA, https://en.irna.ir/news/85952831/Iranian-Judiciary-says-Mossad-s-trusted-spy-executed, (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
Landay Jonathan (2025, Haziran 23), “Satellite images indicate severe damage to Fordow, but doubts remain”, Retuers, https://www.reuters.com/world/middle-east/satellite-images-indicate-severe-damage-fordow-doubts-remain-2025-06-22/, (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
Majdi, M. (2025, Haziran 22), “Statement by AEOI Following US attack on Iran’s Nuclear Sites”, Iran Press, https://iranpress.com/content/306881/statement-aeoi-following-attack-iran-nuclear-sites, (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
Melman Yossi and Meir Javedanfar (2008), The Nuclear Sphinx of Tehran,: Basic Books, New York.
Sciutto Jim, Katie Bo Lillis and Natasha Bertrand (2025, Mayıs 20), “New intelligence suggests Israel is preparing possible strike on Iranian nuclear facilities, US officials say”, CNN, https://edition.cnn.com/2025/05/20/politics/intelligence-israel-possible-strike-iran-nuclear-facilities, (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
“Silahların Kontrolü ve Silahsızlanma” (2022), T.C. Dışişleri Bakanlığı, https://www.mfa.gov.tr/silahlarin-kontrolu-ve-silahsizlanma.tr.mfa, (Erişim Tarihi: 22.10.2025).
The Shanghai Cooperation Organisation (2025, Haziran 23), “Statement of the Shanghai Cooperation Organization Regarding the Military Strikes on the Territory of the Islamic Republic of Iran”, SECTSCO, https://eng.sectsco.org/20250623/1874503.html, (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
TRT Haber (2025, Haziran 22), “Tahran’daki İnkılap Meydanı’nda toplanan İranlılar ABD’nin saldırılarını protesto etti”, https://www.trthaber.com/haber/dunya/tahrandaki-inkilap-meydaninda-toplanan-iranlilar-abdnin-saldirilarini-protesto-etti-911494.html, (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
United Nations Security Council (2006, Aralık 23). Resolution 1737 (2006), Adopted at the 5612th meeting, https://docs.un.org/en/S/RES/1737(2006).
United Nations Security Council (2025, Haziran 13), “Iran: Emergency Meeting”, Security Couincil, https://www.securitycouncilreport.org/whatsinblue/2025/06/iran-emergency-meeting.php, (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
Williams Heather, Doreen Horschig and Bailey Schiff (2025, Haziran 13), “What Do the Israeli Strikes Mean for Iran’s Nuclear Program?”, CSIS, https://www.csis.org/analysis/what-do-israeli-strikes-mean-irans-nuclear-program, (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
World Nuclear Association (2025, Temmuz 17), “Nuclear Power in Iran”, World Nuclear, https://world-nuclear.org/information-library/country-profiles/countries-g-n/iran (Erişim Tarihi: 08 Ekim 2025).
[1] Aynı dönemde İran’ın vekil güçlerinden olan Husiler tarafından (Yemen) da İsrail’e hava saldırıları gerçekleştirilmiştir.
[2] Muhtemelen Rusya’ya veya kuzeybatıdaki yeraltı depolama alanlarına.
Fotoğraf: Anadolu Ajansı