Blog Yazılarımız

TUDPAM | Türk Dış Politikası Araştırma Merkezi > Röportajlar > Röportaj | Mavi Vatan Doktrini ve Suriye ile MEB Anlaşması: Türkiye’nin Stratejik Vizyonu

Röportaj | Mavi Vatan Doktrini ve Suriye ile MEB Anlaşması: Türkiye’nin Stratejik Vizyonu

Türk Dış Politikası Araştırma Merkezi (TUDPAM) Yönetim Kurulu Üyesi Zeynep Gizem Özpınar, Türkiye’nin denizlerdeki hak ve menfaatlerini koruma vizyonunun temel taşlarından biri olan ‘Mavi Vatan’ doktrinini ve bu bağlamda Türkiye’nin deniz yetki alanları stratejisini ele almak üzere, doktrinin mimarı Müstafi Tümamiral Doç. Dr. Cihat Yaycı ile kapsamlı bir röportaj gerçekleştirdi. Yaycı, Mavi Vatan’ın uluslararası hukuk dayanakları, bölgesel iş birliği potansiyeli ve Doğu Akdeniz’deki stratejik dengelere yönelik etkileri üzerine önemli değerlendirmelerde bulundu.

RÖPORTAJ | Mavi Vatan Doktrini ve Suriye ile MEB Anlaşması: Türkiye’nin Stratejik Vizyonu

Zeynep Gizem Özpınar: Sayın Yaycı, “Mavi Vatan Doktrini,” Türkiye’nin denizlerdeki hak ve menfaatlerini koruma misyonunun merkezinde yer alıyor. Bu doktrin, ulusal güvenlik ve deniz yetki alanları açısından nasıl bir stratejik önem taşıyor?

Doç. Dr. Cihat Yaycı: “Mavi Vatan Doktrini,” Türkiye’nin denizlerindeki hak ve menfaatlerini koruma misyonunun yanı sıra, ulusal güvenliğimizin ve egemenliğimizin denizlerdeki uzantısını ifade eden bir stratejik vizyondur. Bu doktrin, yalnızca bir harita üzerindeki sınırların ötesinde, Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik konumunu güçlendiren, deniz yetki alanlarımızı bilimsel ve hukuki temellerle koruyan bir yaklaşımı temsil eder.

MAVİ VATAN’ı şu şekilde tanımlamak gerekir: “Türkiye’nin uluslararası hukuktan kaynaklanan hak ve menfaatleri doğrultusunda ilan edilmiş ya da ilan edilmesi öngörülen Türk Deniz Yetki Alanlarının tümüne Mavi Vatan denir.” Bu çerçevede tanımlanan “Türk Deniz Yetki Alanları” ifadesi yerine “Mavi Vatan” ismini kullanıyoruz; zira Türk ve yabancı kamuoyunda artık kabul görmüş bir ifadedir. Uluslararası deniz hukukunun ilgili mahkeme kararlarından neşet eden “hakkaniyet” prensibinin yanı sıra “orantılılık”, “kapatmama” ve “coğrafyanın üstünlüğü” gibi prensiplerine uygun olarak çizilen bu harita, “Mavi Vatan Haritası”dır. Mavi Vatan Doktrini’ni sadece Türkiye’yi merkeze alan bir yaklaşım olarak değerlendirmek oldukça yanlış bir tutum olacaktır. Esasında Mavi Vatan Doktrini, başta Doğu Akdeniz’e kıyısı bulunan Orta Doğu ülkeleri olmak üzere tüm bölgede adil paylaşım ve bölgesel sahiplik ilkeleri temelinde bir etkileşim meydana getirerek bölgesel güvenliğin ve barışın tesis edilmesini sağlamayı hedeflemektedir. Bu bağlamda Mavi Vatan Doktrini, Doğu Akdeniz ve dolayısıyla Orta Doğu’nun güvenlik, diplomasi, ticaret ve enerji ihtiyaçlarına cevap veren kapsayıcı bir bilimsel yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır.

Yukarıda da vurgulandığı üzere Doğu Akdeniz’deki hâkimiyet mücadelesini, özellikle Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon ve enerji kaynaklarının bulunmasıyla birlikte yerini paylaşım mücadelesine bırakmış durumdadır. Doğu Akdeniz’deki paylaşım mücadelesinin ana odak noktası son yıllarda Doğu Akdeniz’de gerçekleşen enerji kaynağı araştırma çalışmaları neticesinde bölgede büyük bir ekonomik potansiyelin bulunduğunun ortaya çıkmasıyla daha da sert ve karmaşık bir hâle gelmiştir. 8 Nisan 2010 tarihinde ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi tarafından yayımlanan raporda, Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsra arasında kalan bölge olan Levant Havzası’nda 3.45 trilyon metreküp (122 trilyon kübik feetlik) doğal gaz ve 1.7 milyar varil petrol bulunduğunun tahmin edildiği yer almaktadır. Bu tahmin dünyanın en büyük doğal gaz yataklarından birinin Doğu Akdeniz’de bulunduğuna işaret etmektedir. Bu bağlamda dünyanın enerji kalbi olan Orta Doğu bölgesinin stratejik ve ekonomik çarpanı da Doğu Akdeniz’de yer alan enerji kaynakları neticesinde çok daha büyüyecektir. Doğu Akdeniz, birçok küresel aktör tarafından çeşitli stratejiler ve politikalar üretilen bir bölgedir. Bunun önemli bir nedeni de birçok bilimsel araştırma ve yayında ifade edilen bölgedeki gaz hidrat yataklarının varlığıdır. Yukarıda da belirtilen bu yayınlarda, Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon rezervlerinin Türkiye’nin 572 yıllık, Avrupa’nın ise 30 yıllık doğal gaz ihtiyacını karşılayabileceği hesaplanmıştır. Doğu Akdeniz’deki gelişmeler ekseriyetle enerji odaklı bir iş birliği çerçevesinde gelişmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, 2004 yılında Kıbrıs Adası’nın tümünü temsilen Avrupa Birliği’ne asil üye olarak alınmış ve aynı yıl Avrupa Birliği’nin desteği ile 21 Mart 2003 tarihi itibariyle geçerli olacak şekilde MEB ilan etmiştir. Bölgede sırasıyla 2009 yılı ve 2010 yılı Aralık ayında İsrail’in MEB alanında Tamar ve Leviathan, 2011 Aralık ayında Kıbrıs Adası açıklarından bulunan Afrodit, 2015 Ağustos ayında Mısır’ın MEB alanında Zohr, 2018 Şubat ayında Kıbrıs Adası’nın MEB alanında Calypso sahaları keşfedilmiştir. Bu keşifler neticesinde bölgenin dünya enerji jeopolitiği içerisindeki yeri daha da güçlenmiştir. Hâlihazırda, küresel ve bölgesel aktörler Doğu Akdeniz’de faaliyet icra etmektedirler. Mevcut durumda, icra edilen bu faaliyetlerin ana odak noktası bölgede bulunan doğal gaz, gaz hidrat ve hidrokarbonların çıkarılması üzerine ilerlemekte ve bu durum başta Orta Doğu ülkeleri olmak üzere Doğu Akdeniz’deki güvenlik, ekonomik ve diplomatik ilişkileri daha karmaşık hâle getirmektedir.

Zeynep Gizem Özpınar: Türkiye’nin deniz yetki alanlarına yönelik stratejik hedefleri bağlamında Suriye ile bir MEB anlaşması yapılmasının gerekliliği nedir? Bu adım, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki genel politikalarıyla nasıl bir uyum içindedir?

Doç. Dr. Cihat Yaycı: Türkiye Cumhuriyeti, denizlerdeki meşru ve hukuki çıkarlarını koruma sorumluluğunu, değişen uluslararası ve bölgesel dinamikler çerçevesinde kararlılıkla yerine getirmektedir. Bu bağlamda Mavi Vatan Doktrini, Türkiye’nin deniz yetki alanlarındaki haklarının korunmasını ve uluslararası hukukun belirlediği çerçevede hareket edilmesini esas alan bir stratejik yaklaşımdır. Doktrinin temel hedefi, bölgesel barış ve istikrarın sağlanmasına katkıda bulunurken aynı zamanda ülkemizin deniz hak ve çıkarlarının korunmasında etkin ve caydırıcı bir duruş sergilenmesidir. Bu doğrultuda Türkiye’nin, komşu devletlerle iş birliğini teşvik etmesi ve diplomatik mekanizmalar ile sorunların çözümüne odaklanması kritik bir öncelik taşımaktadır.

Türkiye ile Suriye arasında olası Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması, bu çerçevede atılmış en kritik adımlardan birisi olacaktır. Finike ve Silifke arasındaki sahil şeridimiz ile Suriye’nin Akdeniz’deki sahil şeridi arasındaki coğrafi yakınlık ve karşılıklı çıkarlar, bu anlaşmayı hem kaçınılmaz hem de kazan-kazan ilkesine dayalı bir iş birliği hâline getirmektedir.

Bu gerçeğin altını çizerek belirtmek isterim ki, Suriye ile yapılacak olan bu antlaşma kesinlikle yalnızca bir deniz yan sınırı antlaşması olarak değerlendirilmemelidir. Bu, stratejik önemi haiz, çok yönlü bir mutabakatı içermektedir. Bu gerçeğin altını çizerek belirtmek isterim ki, Suriye ile yapılacak olan bu antlaşma kesinlikle sadece bir deniz yan sınırı anlaşması şeklinde yapılmamalıdır.

Bu antlaşma, sadece bir sınır belirleme anlaşması olmaktan çok daha ötedir. Deniz hukukunun temel prensipleri olan hakkaniyet, coğrafyanın üstünlüğü, kapatmama, orantılılık ve çevreleme ilkeleri çerçevesinde şekillenecek bu mutabakat hem Türkiye’nin hem de Suriye’nin deniz yetki alanlarını daha net bir şekilde belirleyecek, hem de bölgesel istikrara önemli katkılar sağlayacaktır.

Bu antlaşma, bölgesel güvenliği ve stratejik dengeleri doğrudan etkileyen, ekonomik, siyasi ve askerî boyutlarıyla çok yönlü bir mutabakat niteliği taşımaktadır. Özellikle Doğu Akdeniz’deki enerji kaynaklarının paylaşımı ve bölgesel iş birliğinin tesisi açısından tarihsel bir adım olma potansiyeline sahiptir. Bunun ötesinde, bölgesel istikrarın korunması ve uluslararası hukuk çerçevesinde tarafların hak ve menfaatlerinin güvence altına alınması hedeflenmektedir.

Bu antlaşma sayesinde Suriye, Yunanistan ve GKRY’nin hukuksuz Sevilla Haritasındaki iddialara nazaran %20 oranında daha fazla, yani tam 1.604 kilometrekare deniz alanı kazanacak, böylece enerji kaynaklarına erişimini genişletecek ve ekonomik potansiyelini artıracaktır.

Aynı şekilde Türkiye de yaklaşık bir Kıbrıs Adası kadar, tam 7.660 kilometrekarelik bir deniz alanı elde ederek hem enerji güvenliğini güçlendirecek hem de bölgesel nüfuzunu artıracaktır.

Daha da önemlisi, bu antlaşma Türkiye’nin Akdeniz’de karşı karşıya olduğu Yunan-Rum oyunlarının çökmesini sağlayacak kritik bir adımdır. Libya ile imzaladığımız antlaşma sonucu Kıbrıs Adası’nın batısında Yunan-Rum tezgahlarını nasıl boşa çıkartmışsak, benzer bir etkileyicilik, bu kez Kıbrıs’ın doğusunda da hukuki gerçekleri kabul ettirmiş olacağız. GKRY’nin, Türkiye’nin coğrafyada olmadığını varsayan antlaşma ve oldu bittileri bütün meşruiyetini yitirecektir.

Olası antlaşmaya KKTC’nin de dahil edilmesi durumunda ise KKTC de facto yani fiilen tanınmış olacak ve bu antlaşma Doğu Akdeniz’de yeni bir jeopolitik denge tesis edecektir. Böyle bir mutabakatla, şu anda Yunanistan’la hukuksuzca antlaşma yapan kıyıdaş devletlerin Türkiye ile anlaşma yapmaları durumunda ne kadar büyük kazançlar elde ettiğini net bir şekilde ortaya koyuyoruz.

Libya’nın 16.700 kilometrekare, Mısır’ın 21.303 kilometrekare, Lübnan’ın 1.620 kilometrekare, İsrail’in 4.515 kilometrekare, Filistin’in 8.510 kilometrekare ve son olarak Suriye’nin 1.604 kilometrekarelik deniz alanı kazandığı bu rakamlar gerçeğin ta kendisidir.

Türkiye ile Suriye arasında yapılacak olan Münhasır Ekonomik Bölge Antlaşması, ülkemizin denizlerde haklı ve meşru çıkarlarını koruyan, bölgesel istikrara katkı sağlayan ve Türkiye’nin uluslararası alandaki konumunu güçlendiren tarihi bir adım olacaktır. Bu anlaşma, Türkiye’nin Mavi Vatan vizyonunun gerçekleşmesi yolunda atılan en önemli adımlardan biridir.

Tüm bu bilimsel veriler ve olası antlaşmanın altyapısı, İstanbul Üniversitesi ve Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan “Mavi Vatan; Bir Harita Bir Doktrin: Türkiye’nin Denizlerdeki Misak-ı Millî’si” kitabında detaylarıyla anlatılmaktadır. Bu çalışma, Akdeniz’deki hak ve çıkarlarımızın kararlılıkla savunulması için gerekli bilimsel zemini sunmaktadır.

Zeynep Gizem Özpınar: Türkiye ile Suriye arasında yapılabilecek bir MEB anlaşması, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi (UNCLOS) ve uluslararası teamül hukuku kapsamında nasıl bir hukuki zemine oturtulabilir? Bu konuda Türkiye’nin hukuki avantajları nelerdir?

Doç. Dr. Cihat Yaycı: Suriye’de Esad rejiminin 8 Aralık 2024 tarihinde sona ermesi, yeni bir sürecin kapısını aralamış ve Türkiye ile Suriye arasında deniz yetki alanlarını sınırlandıracak bir Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) antlaşmasının, her iki tarafın da menfaatine uygun olarak yapılabilmesini mümkün kılmıştır. Türkiye ve Suriye, kara sınırının yanı sıra Akdeniz’de de deniz komşuluğu bulunan iki devlettir. Bu nedenle deniz yetki alanlarının adil ve hukuka dayalı bir şekilde sınırlandırılması, iki ülkenin güvenlik ve ekonomik çıkarlarına uygun bir adım olacaktır.

19 Kasım 2003 tarihinde Suriye, çıkardığı yasa ile “karasularının esas hatlardan itibaren 12 deniz mili, bitişik bölgesinin 24 deniz mili ve MEB sınırının 200 deniz milini aşmayacak şekilde” BM’ye bildirimde bulunmuştur (BMGK, 2003). Ancak Suriye, bugüne kadar bu MEB ilanına uygun olarak herhangi bir uluslararası anlaşma yapmamış, sınırlandırma yapmamış ve kendi yetki alanları içerisinde kalıcı bir hukuk zemini oluşturmamıştır. Ancak, 24 Mart – 5 Ekim 2011 tarihlerinde Suriye tarafından düzenlenen petrol arama ve çıkarma ihaleleri, Türk deniz yetki alanları ile örtüşen bölgeleri de kapsamış ve Rusya gibi bölge dışı güçlerin müdahil olmasına zemin hazırlamıştır. Aynı zamanda bu sahalar, TPAO’ya 27 Nisan 2012 tarihli Bakanlar Kurulu kararıyla verilen ruhsat sahaları ile çakışmış ve Türkiye, 27 Mart 2018’de BM’ye sunduğu kıta sahanlığı mektubunda bu hususu açıklıkla ortaya koymuştur.

Hâlbuki Türkiye ile Suriye arasında deniz yetki alanları sınırlandırma antlaşması yapmak hukuken mümkün, makul ve gereklidir. Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda Mavi Vatan Doktrini’nde de belirttiğimiz temel ilkeler olan “kapatmama” ve “coğrafyanın üstünlüğü” ilkeleri çerçevesinde yapılabilir; zira Suriye ve Türkiye ana karaları arasındaki ilişkiyi Kıbrıs Adası’nın çok ince bir uzantısı olan Karpaz Burnu’nun kesmemesi gerekmektedir. Yani Karpaz Burnu’nun ne Türkiye’nin ne de Suriye’nin önünü kapatmaması lazımdır.

Bu nedenle “ÇEVRELEME (ENVLAVEMENT)” ilkesi doğrultusunda, Karpaz Burnu’nun karasularıyla çevrelenmesi (enclavement) lazımdır. Bu durum, uluslararası deniz hukukunda hakkaniyet ilkesine de uygun bir çözüm teşkil edecektir. Dolayısıyla Suriye’nin Türkiye ile hukuka uygun şekilde hareket etmesi, her iki ülkenin çıkarlarını güvence altına alacaktır.

Görüleceği üzere, bu şekilde yapılacak bir deniz yetki alanları sınırlandırma antlaşması GKRY’nin Türkiye’yi yok sayarak ilan ettiği sözde MEB’i geçersiz kılacağı gibi, Suriye’ye de GKRY’nin önerdiği 8.775 km²’lik MEB’e nazaran %12,5 daha fazla alana tekabül eden 9.779 km² deniz alanı kazandıracaktır. Deniz yetki alanının belirlenmesi, bölgede hidrokarbon kaynaklarının arama ve çıkarma faaliyetlerini hukuki güvenceye kavuşturacak ve enerji paylaşımına dair çıkan sorunları önleyecektir.

Türkiye ile Suriye arasında yapılacak bir MEB anlaşması, bölgedeki uluslararası aktörlerin hukuksuz emellerini de boşa çıkaracak, Doğu Akdeniz’de barış ve istikrarı güçlendirecektir. Türkiye ile Suriye arasında “Deniz Yetki Alanları Sınırlandırma Anlaşması” imzalanması, iki ülkenin çıkarlarına tam olarak hizmet edecek bir kazan-kazan durumu yaratacaktır. Bu anlaşma ile hem Akdeniz’in hakkaniyete dayalı hukuk düzeni sağlanacak, hem de bölge dışından gelen aktörlerin hukuksuz talepleri bertaraf edilecektir. Böylelikle Suriye, GKRY’nin önerdiğine göre en az 1.604 km² (%12,5) kazanç sağlayacaktır.

Zeynep Gizem Özpınar: Libya ile imzalanan MEB anlaşmasında kullanılan metodolojinin benzerinin Suriye ile uygulanması mümkün mü? Eğer değilse, Suriye özelinde ne tür hukuki ve teknik farklılıklar dikkate alınmalıdır?

Doç. Dr. Cihat Yaycı: Libya ile imzalanan Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşmasında kullanılan metodolojinin benzerinin Suriye ile de uygulanması kesinlikle mümkündür. Türkiye, Libya ile yapılan anlaşmada, uluslararası hukukun temel ilkelerine ve coğrafi gerçeklere dayalı adil bir sınırlandırma yapmıştır. Bu metodoloji, özellikle hakkaniyet ilkesi ve kıyıların coğrafi yapısını dikkate alan bir yaklaşım üzerine kuruludur. Aynı metodoloji, Suriye ile de başarıyla uygulanabilir.

Suriye ile Türkiye arasında deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında, Libya örneğinde olduğu gibi, iki ülkenin ana kara kütleleri arasındaki coğrafi ilişki temel alınabilir. Özellikle Karpaz Burnu gibi coğrafi unsurların, Türkiye ve Suriye’nin deniz yetki alanlarını belirlerken “çevreleme (enclavement)” ilkesi çerçevesinde değerlendirilmesi, adil ve hukuka uygun bir çözüm sunacaktır. Bu yaklaşım, uluslararası deniz hukukunda kabul gören hakkaniyet ilkesine de tamamen uygundur.

Ayrıca Libya ile yapılan anlaşma, bölgesel istikrarı güçlendiren ve Türkiye’nin denizlerdeki haklarını koruyan bir örnek teşkil etmiştir. Suriye ile de benzer bir anlaşma yapılması her iki ülkenin de ekonomik ve güvenlik çıkarlarını koruyacak, Doğu Akdeniz’de barış ve iş birliğini destekleyecektir. Dolayısıyla, Libya modeli Suriye ile de başarıyla uygulanabilir ve bu, Türkiye’nin bölgedeki stratejik konumunu daha da güçlendirecek olumlu bir adım olacaktır.

Zeynep Gizem Özpınar: Bu anlaşma, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerindeki hak iddialarını güçlendirmekle kalmayıp, aynı zamanda Doğu Akdeniz’deki izolasyon politikalarını kırabilir mi? Bu bağlamda AB’nin tutumu nasıl şekillenebilir?

Doç. Dr. Cihat Yaycı: Bu anlaşma, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerindeki hak iddialarını önemli ölçüde güçlendirecek ve aynı zamanda bölgedeki izolasyon politikalarını kırmak için stratejik bir adım olacaktır. Türkiye, Libya ile imzaladığı MEB anlaşmasıyla zaten uluslararası hukuka uygun bir şekilde deniz yetki alanlarını belirlemiş ve bu durum, Suriye ile yapılacak benzer bir anlaşmayla daha da pekiştirilebilir. Bu tür anlaşmalar, Türkiye’nin bölgedeki meşruiyetini artırırken, enerji kaynaklarına erişim konusundaki haklarını da güvence altına alacaktır.

AB’nin Türkiye’ye yönelik Doğu Akdeniz’deki haklı faaliyetleri nedeniyle uyguladığı yaptırımlar hem hukuki hem de siyasi açıdan eleştirilmesi gereken bir tutumdur. Türkiye, Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarını belirlerken uluslararası hukuka, özellikle hakkaniyet ilkesine ve coğrafi gerçeklere dayalı adil bir yaklaşım benimsemiştir. Ancak AB, Türkiye’nin bu meşru faaliyetlerini görmezden gelerek tek taraflı ve haksız yaptırımlar uygulamıştır. Bu durum, AB’nin tarafsızlığını ve uluslararası hukuka bağlılığını sorgulatmaktadır.

AB’nin yaptırımları, özellikle Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) üzerinden şekillenmektedir. GKRY, uluslararası hukukta tanınan bir devlet olmadığı hâlde AB’nin Kıbrıs’taki Rum kesimini temsil ettiği yanılgısıyla hareket etmesi, büyük bir hukuki ve siyasi çelişkidir. GKRY, Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin (KKTC) haklarını hiçe sayarak Doğu Akdeniz’de tek taraflı ve hukuka aykırı adımlar atmıştır. AB’nin bu tutumu, GKRY’yi destekleyerek bölgedeki gerilimi artırmaktan başka bir işe yaramamıştır.

AB, GKRY üzerinden Doğu Akdeniz’e müdahil olma çabalarıyla, bölgedeki dengeleri bozmakta ve Türkiye’nin haklarını görmezden gelmektedir. Ancak uluslararası hukukta GKRY’nin tek başına Kıbrıs adasını temsil etme yetkisi yoktur. Kıbrıs meselesi, iki toplumlu ve iki kesimli bir yapıyı gerektirir. AB’nin bu gerçeği görmezden gelerek GKRY’yi desteklemesi hem Kıbrıs Türklerinin haklarını ihlal etmekte hem de bölgede kalıcı bir çözümün önünü tıkamaktadır. AB’nin Doğu Akdeniz’deki tutumu, enerji kaynaklarının adil paylaşımını engelleyen ve bölgesel istikrarı tehlikeye atan bir yaklaşımdır.

AB’nin GKRY üzerinden Doğu Akdeniz’e müdahil olma çabaları, hukuki ve siyasi açıdan tutarsızdır. AB, Türkiye’nin bölgedeki haklı ve meşru faaliyetlerini tanımalı, GKRY’nin tek taraflı adımlarını desteklemekten vazgeçmeli ve bölgede adil ve kalıcı bir çözüm için Türkiye ile iş birliği yapmalıdır. Aksi takdirde AB’nin bu tutumu, Doğu Akdeniz’deki gerilimi artırmaktan ve kendi inandırıcılığını zedelemekten başka bir sonuç doğurmayacaktır.

Zeynep Gizem Özpınar: Doğu Akdeniz’deki enerji rekabeti ve deniz yetki alanları mücadelesi dikkate alındığında, Türkiye ile Suriye arasında yapılacak bir MEB anlaşması bölgedeki dengeleri nasıl değiştirebilir? Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve İsrail gibi aktörlerin bu anlaşmaya olası tepkileri ne olabilir?

Doç. Dr. Cihat Yaycı: Doğu Akdeniz’deki enerji rekabeti ve deniz yetki alanları mücadelesi göz önüne alındığında, Türkiye ile Suriye arasında yapılacak bir Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) anlaşması, bölgedeki dengeleri önemli ölçüde değiştirebilir. Bu anlaşma Türkiye’nin bölgedeki konumunu güçlendirirken, Yunanistan ve GKRY gibi sözde aktörlerin tek taraflı ve hukuka aykırı iddialarını zayıflatacaktır.

Türkiye’nin Suriye ile yapacağı bir MEB anlaşması, Yunanistan, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) ve İsrail gibi aktörlerin tek taraflı ve hukuka aykırı iddialarını zayıflatacaktır. Özellikle GKRY’nin Türkiye ve KKTC’yi görmezden gelerek ilan ettiği sözde MEB alanları, bu anlaşmayla geçersiz hâle gelecektir.

Türkiye ile Suriye arasında yapılacak bir MEB anlaşması, Doğu Akdeniz’deki dengeleri Türkiye lehine değiştirecek ve bölgedeki enerji rekabetinde Türkiye’yi daha güçlü bir konuma getirecektir. Bu anlaşma, Yunanistan, GKRY ve İsrail gibi aktörlerin tek taraflı iddialarını zayıflatacak ve bölgede adil bir paylaşımın önünü açacaktır. Bölgesel aktörlerin tepkileri ne olursa olsun, Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun ve hakkaniyet temelli adımları, bölgede kalıcı bir barış ve istikrarın sağlanmasına katkıda bulunacaktır.

Zeynep Gizem Özpınar: Son olarak, Mavi Vatan doktrini bağlamında Türkiye’nin gelecekteki deniz yetki alanları politikasına dair öngörüleriniz nelerdir? Bu politika, Türk dış politikasındaki genel eğilimlerle nasıl bir uyum içindedir?

Doç. Dr. Cihat Yaycı: Suriye, Lübnan, İsrail ve Filistin Doğu Akdeniz’e sınırı olan ve politik, ekonomik, askerî dengelerin en problemli ilerlediği ülkeler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu ülkelerdeki politik, ekonomik, askerî ve hatta sosyolojik parametreler Doğu Akdeniz’i ve dolayısıyla Doğu Akdeniz’deki en uzun kıyı şeridine sahip Türkiye’yi ve Mavi Vatan’ı yoğun şekilde etkilemektedir. Türkiye’nin uluslararası hukuka uygun olarak Suriye, Lübnan, İsrail ve Mısır ile denizden komşuluğu bulunmaktadır. Doğu Akdeniz, Orta Doğu ülkeleri açısından yoğun bir stratejik öneme haizdir. Asya, Afrika, Avrupa ticaret ve enerji güzergâhlarına hâkim olan Doğu Akdeniz, ticari ve askerî açıdan ciddi öneme sahip bir alandır. Doğu Akdeniz, tarih boyunca Orta Doğu’daki güvenlik dengelerinin ve ekonomik faaliyetlerin ana kalbi olmuştur. Mısır’ın döviz gelirlerinin çok büyük bir kısmı Doğu Akdeniz’e açılan Süveyş Kanalı sayesinde gerçekleşirken, Lübnan’ın ekonomisi Beyrut Limanı’nda gerçekleşen ticaretle gelişmiş ve bu limanın akamete uğramasının ardından da ülke ekonomisi çökme noktasına varmıştır. Bu manada Orta Doğu’daki dengelerle Doğu Akdeniz’i bir bütün hâlinde düşünmek elzemdir.

Buradan hareketle Doğu Akdeniz’de adil, hakkaniyetli ve uluslararası hukuka dayalı bir paylaşımın kritik ve hayati önem taşıdığı da aşikâr olan bir gerçekliktir. Bu durumu meydana getirecek olan Mavi Vatan Doktrini ya da Doğu Akdeniz’de kurulacak olan Mavi Vatan Dengesi neticesinde bölgesel sahiplik ilkesinin yaratacağı etkileşim ile Orta Doğu’daki ekonomik, siyasi ve askerî istikrar maksimize olacaktır. Başta Türkiye olmak üzere Doğu Akdeniz’deki güvenlik dengesi tüm Orta Doğu ülkeleri açısından büyük önem arz etmektedir. Örneğin, 2003 yılında ABD’nin Irak işgali sırasında GKRY’de yer alan İngiliz üsleri Irak işgalinin ana merkezlerinden birisi olmuş, buradan kalkan uçaklar ve buranın ikmal imkânlarından faydalanan ABD ve İngiltere, Irak işgalini etkili şekilde sonuçlandırmışlardır. 2011 yılından bu yana devam eden Suriye iç savaşında da Doğu Akdeniz kıyısında bulunan Lazkiye gibi stratejik kentler rejim ve Rusya için kuvvet ve ikmal noktaları olmuştur. Bugün gelinen noktada gerek güvenlik gerekse Doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları nedeniyle Orta Doğu’daki durum çok kaotik bir noktaya sürüklenme tehlikesiyle karşı karşıyadır.

Bu durumun engellenmesinin en önemli yolu da Mavi Vatan Doktrininin yaratacağı dengedir. Yunanistan, sözde Seville Haritasında savunduğu adaları ana karalar ile eş gören ve kendisini birtakım ada devleti (arşipel) gibi görüp, ölçümlendirmenin en dıştaki adalarından itibaren yapılmasını öngören tezi ile Doğu Akdeniz ülkelerinin deniz yetki alanlarını gasp etmeye çalışmakta ve anlaşmalar vasıtasıyla da etmektedir. Libya’dan asgari 39.000 km² deniz yetki alanı gasp etmeyi öngörmüş, fakat Türkiye’nin Libya ile imzaladığı anlaşma sonucunda bu girişim engellenmiş, fakat Mısır ile imzaladığı geçersiz MEB anlaşması ile Mısır’ın 6500 km²’lik deniz alanını gasp etmektedir. Doğu Akdeniz ülkesi olmayan Yunanistan, bölgesel sahiplik ilkesini bozarak Doğu Akdeniz’deki tüm dengeleri altüst etmektedir. GKRY, Doğu Akdeniz’deki kıyıdaş ülkelerden bazıları ile imzaladığı antlaşmalar yardımıyla deniz yetki alanlarını deyim yerindeyse hile ile “gasp etmiştir.” 2003’te Mısır, 2004’te Lübnan ve 2010’da İsrail’e imzalattığı antlaşmalarla başta “orantılılık” ve “coğrafyanın üstünlüğü” prensibini hiç dikkate almayan GKRY, ilgili en kısa kıyı uzunluğuna sahip olmasına rağmen sadece “eşit uzaklık” ilkesinin esas alınmasını sağlamıştır.

GKRY ile anlaşmalar imzalayan bu ülkeler coğrafyanın üstünlüğü ve orantılılık ilkelerini dikkate almayarak imzaladığı deniz yetki alanları sınırlandırma anlaşmaları ile çok büyük deniz alanlarını GKRY’ye kaptırmıştır. Tüm hukuksuz girişimlere karşı Türkiye’nin kendisinin ve KKTC’nin lehine olan Mavi Vatan Doktrini kapsamında MEB anlaşmalarını, GKRY’nin anlaşmalar vasıtasıyla deniz alanlarını gasp ettiği Mısır, Lübnan ve İsrail için devreye sokması şarttır. Türkiye ile anlaşmaları durumunda; Mısır ile yaptığına nazaran 14.860 km², toplamda 21.303 km² deniz yetki alanı, İsrail 4.515 km² deniz yetki alanı, Lübnan ise yaklaşık 1.620 km² deniz yetki alanı kazanacaktır. Tüm bu gelişmeler ve veriler Orta Doğu’daki dengeler ve Mavi Vatan arasındaki ilişkiyi net bir şekilde ortaya koyarken, yeni tesis edilecek dengelerin ise ancak ve ancak Mavi Vatan Doktrini’nin uygulanması oranında kapsayıcı, pratik ve hakkaniyetli sonuçlar doğuracağını ortaya koymaktadır.

*Röportajda yer alan harita çizimleri Müstafi Tümamiral Doç. Dr. Cihat Yaycı’ya aittir.

Webinara
Kayıt Ol !

Son 2 Gün