Türkmen Düşünce Hareketi Başkanı
Ortadoğu’nun yüzyıllardır süren istikrarsızlığı, günümüzde yeni bir boyuta taşınmış durumda. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İsrail ve İran üçlüsünün bölgedeki varlığı, sadece jeopolitik çıkar çatışmalarıyla değil; aynı zamanda kontrollü krizler, vekalet savaşları ve medya üzerinden yürütülen algı operasyonlarıyla da şekilleniyor. Son dönemde yaşanan gelişmeler ise bu üç aktörün karşılıklı hamlelerinden çok aynı senaryonun farklı sahnelerinde oynayan figüranlar oldukları izlenimini veriyor.
Ortadoğu’da neredeyse tüm ülkeler iç savaşlar, darbeler, ekonomik çöküşler veya etnik-mezhebi ayrışmalarla zayıflatıldı. Irak ve Suriye başta olmak üzere, Yemen, Lübnan, Filistin gibi ülkeler fiilen parçalanmış ya da fonksiyonel devlet yapısını kaybetmiş durumda. Bu ortamda güçlü ve bağımsız bir bölgesel aktör kalmadığı gibi halklar da bitkin ve umutsuz hale getirildi. Tam da bu noktada, İsrail ve İran arasında yaşanan gerilimler dikkat çekiyor. Ancak bu gerilimler, dışarıdan bakıldığında bir savaşın eşiği gibi görünse de içerik bakımından “tasfiye tiyatrosu”ndan ibaret olabilir.
Örneğin, İsrail’in İran’a yönelik saldırılarında hedef aldığı figürler genellikle birkaç general ya da bürokrat oluyor. Elbette bu tür isimlerin kaybı taktiksel anlamda sembolik bir darbe olabilir, fakat gerçek anlamda İran‘ın askeri ve siyasi kapasitesini sarsacak bir gelişme değildir. İsrail gibi yüksek istihbarat kapasitesine sahip bir ülkenin, İran’daki nükleer programın altyapısını ya da rejimin belkemiğini oluşturan yapıları hedef almaması düşündürücüdür. Bu tür tercihler, saldırıların sembolik olmanın ötesine geçmediğini gösteriyor.
Peki neden? İsrail’in amacı gerçekten İran rejimini yıkmak olsaydı, bunu sağlayacak çok daha stratejik hedefler vardı. O halde akla şu ihtimal geliyor: Belki de amaç, İran’da köklü bir rejim değişikliği değil; kontrollü bir reform sürecinin tetiklenmesi. İran rejimi, içeriden gelen baskılarla kendini yenilemek zorunda bırakılıyor olabilir. Batı ile pazarlık gücünü artırmak ya da iç kamuoyunun gazını almak için bu tür saldırılar kontrollü bir şekilde tolere ediliyor olabilir.
Öte yandan İran’ın da zaman zaman “İsrail’e karşılık verdik” açıklamalarıyla gerçekleştirdiği saldırıların çoğu, gerçek bir askeri tehdit olmaktan ziyade propaganda etkisi taşıyor. Aslında her iki taraf da karşılıklı olarak birbirini meşrulaştırıyor. İran, dış düşman imajını diri tutarak içerideki muhalefeti bastırıyor. İsrail ise “İran tehdidi”ni gündemde tutarak Batı’dan destek almayı sürdürüyor.
Bu denklemde ABD ise hem hakem hem de senarist konumunda. Bölgedeki güç dengelerinin hiçbir taraf lehine net şekilde değişmemesi, ABD’nin uzun vadeli stratejisine uygun görünüyor. Zayıf devletler, yorgun halklar, bitmeyen çatışmalar… Bu tablo, Amerikan çıkarlarına uygun şekilde yeniden düzenlenen bir Ortadoğu’nun altyapısını oluşturuyor.
Sonuç olarak, İsrail ve İran arasında yaşanan çatışmaların bir kısmı gerçek olsa da arka planında çok daha karmaşık bir stratejik hesap yatıyor olabilir. Belki de bu yaşananlar, bir savaş değil; bölge halklarının gözünde haklılık devşirmeye yönelik bir senaryo, yani tam anlamıyla bir “tasfiye tiyatrosu”dur.
Bu karmaşık denklemde Türkiye‘ye düşen sorumluluk ise son derece büyüktür. Bölgeyi kaosa sürükleyen bu kontrollü kriz senaryolarına karşı Türkiye hem siyasi hem de askeri anlamda güçlü ve bağımsız duruşunu korumalıdır. Öncelikle sınır ötesi tehditlere karşı caydırıcılığını artırmalı, istihbarat kapasitesini derinleştirmeli ve diplomatik dengeleri iyi okumalıdır. İçeride toplumsal dayanışmayı güçlendirirken, dış politikada ilkesel ve vizyoner bir çizgiyle hareket etmelidir. Türkiye, bölge halklarının hak ve huzuruna sahip çıkan adil bir güç olarak öne çıkarsa, bu “tasfiye tiyatrosu”nun dışında kalmayı değil; sahici bir çözümün öncüsü olmayı başarabilir.
Fotoğraf: Anadolu Ajansı