Blog Yazılarımız

Hangi Avrupa, Nasıl Bir Avrupa?

Ömer Kalaycı

Uluslararası Güvenlik ve Dış Politika Çalışanı

Öz

Ukrayna-Rusya Savaşı’nın sonlandırılması (Bugün itibariyle Trump ve Putin, Ukrayna savaşını durdurmada anlaştılar. ABD Yönetiminin Ukrayna’yı NATO’ya almayacağı garantisine karşılık Rus yönetimi, “saldırılarını durdurma ve geri çekilme” garantisinde bulundular), Trump ve yardımcılarının Ukrayna’nın Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) üyesi olamayacağını, ülkenin değerli topraklarını istediğini ifade eden açıklamalardan sonra Avrupa Birliği (AB) ülke siyasetçilerini oldukça tedirgin etti.

Son Münih Güvenlik Konferansı’nda Başkan Christoph Heusgen’in, Avrupa liderlerini eleştiren konuşmasında gözyaşlarına boğularak; “Ortak değer temelimizin artık o kadar da yaygın olmadığından korkmalıyız” ifadesinde bulundu. Atlantik İttifakının ve AB’nin hatta tüm dünyanın dengesinin Trump’ın açıklamalarıyla bozulduğunu ileri süren uzmanlar var. Buna benzer bir açıklamayı bugün Almanya Şansölyesi Olaf Scholz, “iktidarımız süresince Putin yüzünden 50 bin şirketimiz iflas etmiştir” açıklamasında bulunurken, olası Şansölye gözüyle bakılan muhalefet lideri Friedrich Merz; “Neden AB’deki diğer pek çok ülke uzun zamandan beri büyüme oranını artırmaya gitti biz gidemedik? Neden son sıradayız?” eleştirisinde bulunarak karşılık verdi.

Bu makale, nasıl bir AB ile karşı karşıya olduğumuzu açıklamaya çalışacak bir durum tespiti ile Türkiye – AB ilişkilerinin de seyrine yön verecek bir analizi hedeflemektedir.

Giriş

ABD Başkanı Trump’ın açıklamalarının ardından bazı Avrupa uzmanları, Türkiye’nin bu durumda elinin güçlendiğini ve Türkiye AB İlişkilerinin, Türkiye açısından daha kazançlı bir döneme giriş yaptığı ile ilgili görüş belirtmektedirler.

Uzun yıllardır Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Türkiye, AB’ye girebilmesi için AB’nin istediklerini yapmalı ve ne yapar ise hangi ölçüde yapmalı düşüncesi etrafında şekillendi. Oysa Türkiye için biçilen bu tespit/düşünce son derece yanlıştı. Çünkü 3-9 Ağustos 2002 tarihleri arasında TBMM, AB-Uyum Yasaları diye isimlendirilen ancak esas itibariyle ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti’ni etnik esaslar doğrultusunda dönüştürülerek çok dilli, çok halklı bir federatif devlet modeli hedefleyen yasaları kabul etmiştir. Akabinde KKTC’nin varlığı tartışmaya açılmış ve iki yıl sonra 2004’te de Ege’de Yunan talepleri gündeme taşınmıştır. Üyelik başvurusunda bulunduğumuz tarihten itibaren Ermeni konusu, Kıbrıs konusu, Ege ve Doğu Akdeniz konusu ile sonradan ilave edilen Fener Rum Patrikhanesi ve siyasi faaliyetleri ile 2011 Suriye İç Savaşı sonrasında gerçekleştirilen Geri Kabul Anlaşması konuları eklenmiştir. Türkiye’nin AB’ye girmesinde öncelikli belirleyici, AB’nin politik, ekonomik, kültürel, sosyal, güvenlik ve jeopolitik ihtiyaçları öncelik kazanmıştır.

AB’nin geleceği konusunda, federal ya da konfederal bir yapıya evirilecek AB tartışması sürmektedir. Berlin ve Paris’in başını çektiği devletler, AB’nin geleceğinin Avrupa Birleşik Devletleri’ne dönüştürülmesi noktasında görüş belirtirken, Madrid ve Londra’nın başını çektiği diğer devletler ise AB’nin, ulus-devletlerin varlığını koruduğu konfederal bir yapıda sürdürülmesini savunmaktadırlar.

Her iki görüşün oluşması ihtimaline karşı Türkiye’nin nelerle karşılaşacağı hangi temel sorun ve zorlukların önümüze sürüleceği ayrı bir çalışma konusudur. Türkiye’nin AB üyelik sürecinde pek çok teknik konu ileri sürülmüştür. Teknik görüşmeler bitince, AB’nin istediği doğrultuda “Kıbrıs sorunu”, “GKRK’nin tanınması”, Doğu Akdeniz’deki haklarımızdan vazgeçme, bölücü terör örgütüne liderlerine af, belediyelerin özerkleşmesi gibi isteklerin sürdürüldüğü son Avrupa Parlamentosu 2024 İlerleme Raporu’nda [1] açıkça ifade edilmiştir. Peki, önümüzdeki süre içerisinde AB nereye evirilecek, süreç sonunda Türkiye’nin karşısında nasıl bir AB olacak, eğer Türkiye’nin tam üyeliği kabul edilirse nasıl bir AB’nin parçası olunacak?

Nüfusu Yaşlanan ve Eriyen AB

Uzun yıllar refah ve sağlık sistemlerinin katkılarıyla, bir yandan Avrupalıların ömrü uzamış diğer yandan da doğurganlıkları azalmıştır. Bunun en somut örneği 2019 Covid-19 Pandemi sürecinde kendini oldukça göstermiştir. Nüfusu küçülen ve bugünkünden çok daha yaşlı ve erimeye devam eden bir kıta Avrupası kaçınılmaz görünmektedir. Avrupa’nın işgücü küçülürken emekli sınıfında şişme meydana gelmektedir. Bu durum hem üretim kapasitesini daraltacak hem de emeklilerin beslenme imkânlarını giderek daha da zorlayacaktır.

Avrupa Komisyonu’na göre, 2050 yılında 65 yaşın üstündeki AB nüfusunun toplamdaki oranı bugünkünün iki katına ulaşacak. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra özellikle 1950’lerde gelişmiş ekonomilerdeki her emekli için yedi çalışan varken, 2050’de bu oran bir emekliye üç çalışan olacak. Bu artan yük sadece emekli kesimiyle kısıtlı da kalmayacak. AB’de kamu sektörü de sürekli şişmektedir. AB ülkeleri kamusal sosyal harcamaları ve 60 yaş üstü nüfusun %47 oranında artış beklendiği 2050 yılında sosyal güvenlik sisteminin açığının da 103 milyar avroya tırmanacağı ifade edilmektedir. [2]

AB, giderek yaşlanan ve eriyen demografik yapısını güçlendirmek maksadıyla yeni Balkan ülkelerinin katılımını tercih edebilir. Ne var ki, bu ülkelerin nüfusları küçük olduğu gibi giderek yaşlanmaktadır. Yanı sıra kalifiye eleman noktasında da yeterli değildirler. Bu durumda özellikle teknolojik/yazılım ve sağlık sektörü açığını Türkiye’den gidermeye yönelecektir.

Durağan ve Borçlu Ekonomi

2008 mali krizinin ve Yunanistan’ın iflasının avro bölgesindeki tahribatını engellemek için 2010 ilkbaharında IMF’ye 250 milyar avro borçlanıp kendisi de finansal kurumlarına 500 milyar avro teminat veren ve bu fonlarla İrlanda, İspanya, İtalya, Portekiz ve Yunanistan’ın sallanan ekonomilerine destek olan AB’nin üyelerinin ulusal borçlarının GSMH’sına olan oranları devasa artış gösterdi.

Bir yandan kamu harcamalarında kısıtlamaya gidilirken diğer yandan da kamu gelirlerinin artan bir oranı krizde yaratılan kamu borçlarının faiz ve anapara ödemelerine gitti. Büyümeyi teşvik ve altyapıyı geliştirmek için elde bir şey kalmadı. Avro bölgesinin, enflasyondan medet umarcasına hem borçlarını törpülemek hem de büyümeyi artırmak için Maastricht Kriterlerini ihlal ederek avro basıldı. Tabi bu durum Almanya gözetiminde gerçekleştirildi.

AB ülkelerinin nefesini kesen sadece krizde finansal borçlanma sektörü ve batak kamu maliyelerini kurtarmak için yapılan borçlanma ile sınırlı kalmadı. Krizin yol açtığı durgunluk vergi gelirlerinde de ciddi düşüşlere neden oldu. Avrupa Merkez Bankası başkanı, Temmuz 2010’da “artık vidaları sıkma, yeni teşvikleri bırakıp harcamaları disipline etme zamanının gelmiştir” diyerek bugünkü ekonomik krize işaret etmekteydi.

Temposu Düşük Çalışma ve Üretim

Bazı ekonomistler, Avrupa’nın borç stoklarında ciddi bir artış olmasaydı bile, giderek düşen çalışma temposu ile onun küresel yarışta geri kalmasına neden olacağını ifade etmektedirler. İş disiplini konusunda ön plana çıkan Almanya’da bile iş temposunun düşüklüğünün nedeni araştırıldığında, düşüşün altında yatan en önemli gerçeğin, Avrupalıların küresel ekonomide yarıştıkları diğer aktörlerin tamamından daha az çalışmış olmaları öne çıkmaktadır. Üstelik üretim konusunda yarış kızıştıkça temponun artış göstereceği yerde yavaşladığı gözlemlenmiştir. Bu durum genetik bir tembellikten öte bilinçli sosyal ve siyasi tercihlerin yasalara yansımasının sonucunda oluştuğu ifade edilmektedir. Çalışma saatleri, hastalık izinleri, yıllık tatil süreleri ve diğer izinlerin koşulları belirleyen bu yasalar son genişlemedeki üye ülkeleri de etkilemiştir. Avrupa’da sürekli kısalan çalışma saatleri sacayağının bir bacağını temsil ediyorsa diğer ayağını da erken emeklilik, geniş kapsamlı ve kaliteli ulusal sağlık sistemleri ve bedava eğitim kurumları oluşturmaktaydı.

Nüfusu giderek yaşlanıp eriyen, ekonomisi durağan ve borçlu, düşük tempolu çalışma ve düşüş gösteren üretimi, sosyal çalkantıları giderek büyüyen, fakirleşen bir AB’nin kendini nasıl kurtaracağı merak konusuyken Türkiye’ye maddi katkısı hangi ölçüde olur diye insan sormadan edemiyor. Çünkü AB’nin şımarık çocuğu Yunanistan’ın deyim yerindeyse altını oyduğu avroyu kurtarmak için bile akrep dolu cebine elini atmakta nazlanan Almanya’nın Türkiye’ye destek sağlamak için hiç de arzulu olmadığını Suriyeli sığınmacılar konusunda oldukça net gördük.

Avrupalı politikacılar, kendi rüyalarının son bulduğunun farkındalar ancak ne bu gerçeklerle yüzleşecek cesaretleri ne de bu gerçeği halklarıyla paylaşacak yürekleri var. Ancak söz konusu Türkiye’nin AB üyelik söz konusu olduğunda, özellikle Almanya-Avusturya-Fransa üçlüsünün Türkiye karşıtı söylemlerini çok rahat ifade ettiklerini yıllarca duymaktayız.

Sorunlu Avrupa

Buraya kadar yazdıklarım AB’nin ABD ile arasının giderek açıldığını gösteren ipuçları vermektedir. Gelecek dönem için siyasi niyet ya da falcılığa soyunmamıza gerek yok veya Türkçe deyim ile perşembenin gelişi çarşambadan bellidir sözünden yola çıkarak aradaki makasın giderek açıldığına tanıklık edeceğiz. Çünkü Avrupa araştırma-geliştirme ve yüksek teknoloji alanlarında da üretken olamıyor; giderek ABD’nin gerisine düşmektedir. Sadece ABD’nin mi? Elbette hayır, Avrupa’nın elde ettiği avantajları bir taraftan ABD’nin yeni yaratıcı fikirleri tarafından deyim yerindeyse kemirilirken, diğer yandan da özellikle Asya’dan kıskaca alınmaktadır. Örneğin Çin, Avrupa’nın konumunu hem düşük ücretle çok çalışan işgücü hem de yüksek teknolojiye/yapay zekâya egemen beyin gücü ile tehdit etmektedir.

Ekonomik gelirlerin giderek gerilediği, üretimin başka bölge ve coğrafyalara kaydığı, kalan işlerin düşük ücretli hizmet alanlarında yoğunlaştığı Avrupa’da hem siyasi hem de coğrafi zemin kaymaktadır. Dünya ticaret yollarının Çin-Brezilya, Çin-ABD, Çin-Afrika üçlemesinde geliştiğini ve AB’nin giderek merkezi siyasi ve coğrafi konumunu yitirdiğini görüyoruz. Siyasi zemin kaybı ise küresel siyasi gücün altyapısını oluşturan askeri güç bağlamında Avrupa sürekli zayıflamaktadır. Almanya eski Savunma Bakanı Klaus Neumann, “Avrupa savunma için ABD’nin %60’ı kadar harcama yapmasına rağmen onun ancak %20’si kadar yetenek kazanabiliyor. Çünkü hükümetler harcamaları çok verimsiz biçimde yönetiyor” [3] diye açıklamıştır. 2005 yılında ABD 472 milyar dolar harcama yaparken, Almanya 39 milyar, Fransa 55 milyar, İngiltere (O dönem AB üyesi) 53 milyar, İspanya 13 milyar ve İtalya 32 milyar dolar harcama yapmışlardır.  Ukrayna’daki savaşın etkisiyle AB üye ülkelerinin askeri harcamaları 2023 yılında toplam 279 milyar avro ile zirve yaparken 2024 yılında ise bu rakam 326 milyar avroya ulaştı. [4] 

Tepkisel Avrupa

Daha az çalışan Avrupa zenginliği, erozyona uğramış durumda. Yaşam standardı patinaj çeken, giderek ABD, Çin ve hızla kalkınmakta olan diğer ülkelerin gerisinde kalmıştır. Bu durumun bir tepkisel nedeni olduğu aşikârdır. Bu tepki, giderek hantallaşan bir AB genişlemesine karşı geliştiği gözlemlenmektedir. Çünkü birliğe son genişleme ile alınan üye ülkelerin ekonomik ve diğer alanlardaki katkıları oldukça düşüktür. Bu durum karşısında insanların gelirleri yerinde saydıkça yorgunluğun arttığı gözlemlenmektedir.

Avrupa’nın karşı karşıya kaldığı iki önemli çelişki var. Bunlardan ilki, işsizlikle ilgilidir. Avrupa’nın doğurganlığı azalıp nüfusu küçüldükçe büyüme hızı düşmektedir. Zira büyüme toprak, sermaye, teknoloji ve işgücü sayesinde gerçekleşir. İşgücü boyutu AB için giderek en önemli krizlerden birini teşkil etmektedir. Yanı sıra son teknoloji/yapay zekâ, sağlık sistemindeki sorunlarla beraber personel açığı ve işsizlik de ayrı bir sorun olarak ön plana çıkmaktadır. Çin ve Hindistan gibi hızla şehirleşen ve eğitilen emekçileri aylık 200-250 avro karşılığında çalışmaya razı olmuşlarken, Avrupalı işçilerin ayda 5 bin avro kazanmaları söz konusu olamayacak. Vergilerdeki dengesizlik sonucu özellikle sanayi dallarının doğu ülkelerine yönelirken, işsiz kalanların büyük çoğunluğu daha düşük iş alanlarına yani hizmet sektörüne kayacak. İkinci çelişki, Türkiye’nin durumu ile alakalı. Varlığını sürdürmek ve üretimini büyütmek için işgücünü genişletmek zorunda kalan AB, bu amaçlar doğrultusunda Türkiye’den ne derece yararlanmak isteyeceği belirsiz. Malumunuz Türkiye’nin AB üyeliği ve Türklerin Avrupa’daki varlığından son derece rahatsızlık duydukları bir gerçek. Son yılları meşgul eden vize engeli ise bu görüşümü kuvvetlendiren bir somut örnektir.

Avrupa’da, önümüzdeki dönem içinde, kazanılmış hakların daralması, sınıfsal dengelerdeki tektonik fay hatlarının kırılmasına dolayısıyla ciddi sosyal kırılma ve çalkantılar yaşanabilir. Buna ek olarak ekonomik krizlere oluşan tepkiler ve değişime direnişin siyasi renkleri çoğu sefer faşist ve ırkçı yaklaşımlar ön plana çıkar. Almanya eski Dışişleri bakanı Joschka Fischer, “Avrupa’da politize olmuş ırkçılık mevcut. Eğer sosyal güvenlik sistemimiz olmasaydı bu akımlar tepki ve yakınmaları sömürürdü. Konu ulusal güvenlik ve demokrasi meselesidir.” [5]

Çin, Hindistan ve giderek Brezilya, Endonezya ve Meksika gibi ülkelerin yarattığı rekabet sonucunda, sadece ülkelerinin dış ticaretini etkiliyorken sessizliğini koruyabilen Avrupalılar, dünyanın değişen dinamikleri onların iş güvencesini, doğrudan gelirini, emeklilik prim ve maaşlarını, özetle A’dan Z’ye yaşam biçimlerinin geri dönüşü olmayan şekilde bir panik atak yaşamaya itti. Buna Çin korkusunun yanında Avrupa’da var olan ancak giderek artış gösteren Türk korku ve antipatikliği de eklendi. Günümüz Avrupa’sında yeniden hortlayan ırkçılık ve Türk/Müslüman karşıtlığı karşısında Avrupalıları itidale çağıracak ve sesini yükseltecek bir lider var mı sorusu ise cevaplanmaya muhtaçtır.

Patinaj Yapan Teknoloji

AB ülkelerinin, başta ABD olmak üzere Çin gibi ülkelerin gerisinde kaldığı bir başka konu ise son teknolojik buluşlar. Özellikle yapay zekâ, dijitalleşme ve araştırma-geliştirme konularında deyim yerindeyse patinaj çekmekteler. Avrupa, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 30 yıl boyunca ABD’den daha hızlı büyümüştür. Ne var ki, yaklaşık son yirmi yıldır bu alanlarda ABD’nin çok gerisinde kalmıştır. Philippe Agion ve Peter Howitt isimli iki Avrupalı Profesörün yaptığı araştırmada, bu geri kalmışlık teknolojinin bu olguyu izah ettiğini ileri sürüyor. Yapılan araştırmada, inovasyonun daha etkin teşvik eden ve eski teknolojilerden daha hızlı sıyrılabilen ABD’de teknolojik yeniliklerin büyümeye katkısının Avrupa’nın çok önünde [6] olduğu yönünde.

Agion ve Howit’in araştırmasında, özellikle, yeni teknolojilerin mutfağı olarak kabul gören üniversitelerde ABD makası oldukça açarken; GSMH’nin yaklaşık %3’ünü yükseköğretim için harcamakta, AB’de ise bu oran %1,4 seviyesinde kalmış. Amerikalıların üçte birinin üniversite diploması varken, Avrupalıların dörtte birin altında kalmışlar. ABD yasaları ve ekonomik sistemi de teknolojisi geri kalan şirketlerin daha çabuk iflasını ve yeni teknolojilerin teşvikini Avrupa’ya kıyasla daha kolaylaştırmakta.

AB, uzun zamandır da Çin’in nefesini ensesinde hissediyor. Çin’in GSMH’sinden AR-GE’ye ayırdığı oran AB’nin üzerine çıkmış durumda. AB’nin AR-GE fonları yoğunlukla otomotiv ve oto yan sanayi gibi alanlarda sınırlandırılmışken, ABD ve Çin daha geniş kapsamlı alanlara ve özellikle yapay zekâ alanına yatırım yaptığı gözlemlenmektedir.

Sağa Yatan Avrupa

Avrupa’da ırkçılık giderek güçlenmektedir. 2024 AP seçim kampanyasına güvenlik, savunma, hayat pahalılığı ve göç konuları damgasını vururken iklim krizi ise arka planda kaldı. Fransa’da Marine Le PEN’in sağ popülist partisi Ulusal Birlik (Rassemblement National, RN), 18-34 yaş arası seçmen arasında iktidar partisinden altı kat daha fazla (yüzde 32) oy aldı. İtalya’da ise Başbakan Giorgio Meloni önderliğinde sağcı popülist parti İtalya’nın Kardeşleri (Fratelli d’Italia) birinci geldi. Avusturya’da iktidardaki Halk Partisi (Österreichische Volkspartei, ÖVP) de sağ popülistlere karşı zemin kaybetti. ÖVP 10 puanlık bir düşüşle yüzde 24,7’ye gerilerken aşırı sağcı Avusturya Özgürlük Partisi (Freiheitliche Partei Österreichs, FPÖ) 8 puandan fazla bir artışla yüzde 25,5 oy aldı. FPÖ ilk defa ülke çapında yapılan bir seçimde en güçlü parti konumuna yükseldi. Almanya’da ise aşırı sağ popülist Almanya için Alternatif Partisi (Alternative für Deutschland, AfD) Şansölye Olaf Scholz ’un Almanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (Sozialdemokratische Partei Deutschlands, SPD) önünde ikinci sırada yer aldı. AfD oyların yüzde 15,9’unu alarak 2019’dakinden 4,9 puan daha fazla oy aldı. Bununla birlikte aşırı sağcı ve sağ popülist milletvekillerinin yeni parlamentodaki güçlü varlığının, önümüzdeki beş yıl boyunca AB’nin gündemini ve mevzuatını etkileyecek potansiyele sahip olduğu gerçekliğiyle Avrupa siyasetinde derin bir iz bırakması beklenmektedir. [7] Kuzeye doğru tırmanıldığında; Belçika’nın karışık siyasi tablosunda Vlaams Belang, Danimarka’da Halkın Partisi (DF), İsveç’te İsveç demokratlar Partisi, Finlandiya’da Gerçek Finler Partisi’nin hükümetlere etki edecek oy oranlarına sahip olmuşlardır.

Dünya krizinin Avrupa’da neden olduğu işsizlik, 2011 Suriye İç Savaşı ve Arap dünyasındaki çalkantıların yol açtığı göç dalgasının yarattığı korkularla birleşince, Avrupa seçmen kitlesinin aşırı sağa kaymasını tetikledi. Özellikle Marine Le PEN gibi genç liderlerin ve İtalya Başbakanı Giorgio Meloni gibi siyasilerin söylem ve üsluplarını ırkçı sloganlar yerine sakin iletişim ve propaganda yöntemlerini kullanmaları merkez seçmenlerde karşılık buldu.

Aşırı sağ eğilimler ve ırkçı eğilimler AB’ye 2000’li yıllardan sonra katılan üye ülkelerde de yükselme gösterdi. Örneğin, Romanya’daki Büyük Romanya Partisi’nin lideri Corneliu Vadim Tudor, ırkçılığını asla saklamayan siyasetçilerdendi. Tudor’un ana hedefi Roman azınlık olmuştu. Bulgaristan’daki Ataka Partisi, Roman düşmanlığının yanında Türk düşmanlığını da aleni şekilde sergilemekteydi.

Avrupa’da Sol Partilerin oy kaybetmesinin pek çok nedenleri var. Ancak öne çıkanları Avrupa sağının solun elindeki pek çok siyasi malzemeyi benimseyerek kendi söylem ve eylemlerine dönüştürmeleri etkili oldu. Bununla beraber, yaygın sosyal güvenlik hizmetleri, devletlerin sübvanse ettiği sağlık sistemleri, Anglosakson kapitalizmine karşı Almanya-Fransa ortaklığındaki devlet denetimleri, müdahale ve sorumlulukları merkez partilerden çaldılar. Sol partilerin gerek kadro hareketini besleyen gerek ise oy depolarını oluşturan işçi sınıfları eridi. Buna ilaveten madenlerin kapatılma kararları, Asya ülkelerine kaydırılan fabrikalar, sendikalar kadar Sol partileri de zayıflattı. Sanayi ve madencilik küçülürken genişleyen ve giderek büyüyen hizmet sektöründeki sendikalaşma geleneği daha zayıf, koşulları daha zor. Sonunda Sol partilerin bilek ve beyin gücü zayıflamış oldu.

Bir diğer önemli etken ise demografik değişikliklerin seçmenler üzerinde yarattığı farklılıklar. Savaş sonrasında yaşanan bebek patlaması nüfusu hızla gençleştirmişti. Savaş sonrasında Avrupa liderlerinin arasında Winston Churchill, Charles de Guelle ve Konrad Adanauer gibi liderler 70 ile 80 yaş aralığındaydı. Günümüzde ise Avrupa liderleri 40 ila 50 yaşlarında. Savaş sonrası bebek patlamasında doğanlar günümüzde 60-70 yaş aralığındalar. 2050 yılından önce potansiyel AB seçmen kitlesinin üçte birini 65 yaş ve üstü oluşturacak. Bu yaş grubundaki seçmenleri öncelikleri hiç şüphesiz genç seçmenlerden oldukça farklı. Bu yaş grubundaki seçmenler daha çok sosyal güvenlik ve sağlık sistemini korumak ve göçmenlerin sistemden pay alarak onları zayıflatmalarını engellemek; alıştıkları hayat tarzlarını ve sosyal düzenlerini sürdürmek istemekteler. Dolayısıyla bu yaş grubundaki seçmen kitlesi risk almaktan kaçınıyor ve AB’nin genişlemesinin yeni yükler, yeni vergiler getireceğinden endişe ediyorlar.

Son söz yerine özetleyecek olursak; Ekonomik gelirlerin giderek gerilediği, üretimin başka bölge ve coğrafyalara kaydığı, kalan işlerin düşük ücretli hizmet alanlarında yoğunlaştığı Avrupa’da hem siyasi hem de coğrafi zemin kaymaktadır. Dünya ticaret yollarının Çin-Brezilya, Çin-ABD, Çin-Afrika üçlemesinde geliştiğini ve AB’nin giderek merkezi siyasi ve coğrafi konumunu yitirdiğini görüyoruz. Siyasi zemin kaybı ise küresel siyasi gücün altyapısını oluşturan askeri güç bağlamında Avrupa sürekli zayıflamaktadır.

AB’nin geleceği federal mi konfederal mi olacak tartışmaları şimdilik belirsizliğini korumakta, keza AB’nin geleceği avrolu mu, avrosuz mu olacak o da belirsizken, AR-GE, yüksek teknoloji gibi konularda ABD ve Çin’in gerisine düşmüşken, AB ülke liderlerinin bir sorun olarak gördükleri Türkiye’nin 2016’dan itibaren askıya alınan ilişkilerinin yeniden ivme kazanması iyi hesaplanmalıdır. Özellikle ikinci Trump döneminde küresel jeopolitik ve jeo-ekonomik sistemin geleceğe yönelik ayak izlerini bulmak mümkündür. Bu bağlamda Türkiye-AB ilişkileri, son derece dikkatle ele alınması ve izlenmesi gereken bir sürece evrilmiştir.

Her bağımsız ülke gibi Türkiye de ulusal çıkarlarını savunurken, bireylerin refah ve özgürlüğünü de dikkate almak zorundadır. Zira ulusal güvenlik tehdidi ile bireysel hak ve özgürlüklerin dengede olması çok önemlidir. AB ve ilgili kurumlarının demokrasi ve bireysel özgürlükleri öne sürerek Türkiye’yi suiistimal etmelerine meydan verilmemelidir. Devletler, sadece tek başlarına ve orduları ile değil ancak milletleriyle bütünleştikleri oranda güçlüdürler.

Kaynakça

[1] Ömer Kalaycı, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye Stratejik Müdahaleleri: AB Komisyonu 2024 Türkiye İlerleme Raporu, 31 Ekim 2024.

[2] Steven Erlangen, “A social model, Continent’s pride, shows corrosion”, İnternational Herald Tribune, 22-23.5.2010, s. 1, Erişim Tarihi: 15 Şubat 2024.

[3] James Kanter, “Europe’s uphill fight on military sprending”, International Herald Tribune, 8-9.4.2006, s. 15.

[4] Euronews, Askeri harcamalarda artış: En çok yatırım yapan AB ülkeleri hangileri?, By Alessio Dell’Anna & Mert Can Yilmaz & AP, Yayınlanma Tarihi: 06/12/2024.

[5] Steven Erlanger, a.g.m., s. 3.

[6] Philippe Agion ve Peter Howitt, “Appropiate Growt Policy”, The Economist, 29 Ekim 2005, s. 86.

[7] Zafer Meşe, Avrupa Parlamentosu Seçimleri ve Aşırı Sağ Partilerin Yükselişi, https://www.setav.org/odak/avrupa-parlamentosu-secimleri-ve-asiri-sag-partilerin-yukselisi, Erişim Tarihi: 16 Şubat 2025.

Fotoğraf: Anadolu Ajansı

Webinara
Kayıt Ol !

Son 2 Gün