Blog Yazılarımız

TUDPAM | Türk Dış Politikası Araştırma Merkezi > Röportajlar > Kandil mi İmralı mı? 27 Şubat Çağrısının Güç Dengelerine Etkisi

Kandil mi İmralı mı? 27 Şubat Çağrısının Güç Dengelerine Etkisi

Faruk Baybars: Önceki söyleşimizde “Terör ve Terörizmin Dış Destek Boyutu” hakkında önemli konulara değinmiştik. Yeni söyleşimize başlamadan evvel konuya verilen önemi anlamak açısından olumlu anlamda birçok geri dönüş almamızla birlikte, özellikle terör ve güvenlik çalışan kıymetli genç arkadaşlarımızın ilgisinin yüksek olmasının gelecek adına önemli sinyaller verdiğini tekrar belirtmek isterim.

Kıymetli hocam, bu söyleşimizde iç ve dış siyaseti eş zamanlı etkileyen, güncel dinamikler üzerinden mevcut süreç hakkında örgüt ve siyasi kanadı ile birlikte Türk siyaseti açısından genel bir değerlendirme yapmanızı isteyeceğim.

İlk sorum, size göre PKK/KCK gerçekten tek merkezden yönetilen bir örgüt müdür? ABD-İsrail destekli bölgesel güç dengeleri ve Türkiye’ye yönelik iç karışıklık senaryoları bağlamında değerlendirildiğinde, “silah bırakma” söylemi hangi stratejik amaçlara hizmet etmektedir?

Ömer Kalaycı:Oyun büyük”, “Devlet aklı işletiliyor.” diyorlar. Özellikle “ABD ve İsrail’in planını bozmak için bu yola başvuruldu.” diyenler, bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK’nın sözde silah bırakmasıyla bölgede çatışmaların biteceğine inanıyorlar. Oysa çok büyük yanılgı içerisindeler. Çünkü bölgede PYD/YPG’ye açık destek veren ABD ve müttefik güçler ile uluslararası kamuoyunun desteği sayesinde, bu yapı konumunu pekiştirerek çok farklı bir aşamaya evrilmiştir. “ABD’nin elinden bu kozu alıp Türkiye’nin karışmasını engellemek istiyorlar.” diyenlerin de öncelikle ülkeye sokulan kaçak/düzensiz göçmenlerin sayısına dikkatle bakmasında yarar vardır. Dolayısıyla ileri sürülen kanıt rasyonel değil. Çünkü ülkeyi karıştırmak isteyen aktörlerin, tetikte bekleyen yabancı gizli servislerin elinde zaten çok büyük bir kaçak/göçmen kozu var.

Bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK, tek bir merkezden yönetilen örgüt değildir. Bu konuda gerek yazılı-görsel medyada gerek algının merkezi konumuna gelmiş sosyal medya mecralarında bölücü terör örgütü PKK/KCK’nın yekpare bir terör örgütü olarak değerlendirilmesi büyük bir yanılgı ve konuya şaşı bakmaktır. PKK/KCK terör örgütü, çok bileşenli ve pek çok kıtada örgütlenebilme becerisini geliştirmiş bir terör örgütüdür. Bu bağlamda “Kandil, İmralı ve sözde siyasal temsil noktasında DEM” arasında bir eşgüdüm olup olmadığı da tartışmalıdır. Çünkü “Kandil, İmralı ve DEM” bağlamında da ABD-İsrail-İngiltere, Almanya-Fransa gibi AB bileşenleri vardır. MHP Genel Başkanı Sayın Devlet Bahçeli’nin çağrısından sonra Türkiye’nin en önemli savunma sanayisi kuruluşlarından TUSAŞ’a yapılan terör saldırısı bu açıdan okunmalıdır.

PKK/KCK, Öcalan’ın olası silah bırakma çağrısını boşa çıkarmak veya “hâlâ güçlüyüz” mesajı vererek pazarlık masasında daha büyük tavizler koparmanın peşindedir. Nitekim PKK/KCK terör örgütünün sözde liderleri tarafından daha önce örgütün tasfiye olmayacağını, buna Öcalan da dâhil hiç kimsenin örgüte silah bıraktırtamayacağını açıklamışlardır.

Faruk Baybars: Peki hocam, global seviyede herkesin dikkatle yakından takip ettiği, Türkiye’nin PKK terör örgütü ile vermiş olduğu mücadelenin güncel aşamasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Mevcut sürecin önceki sürece göre hangi açılardan farklılıkları bulunuyor?

Ömer Kalaycı: PKK, kurulduğu 1978’den günümüze amaç ve hedeflerinde bir değişiklik göstermemiş; bilakis aldığı uluslararası siyasi destekle kurulduğu günden günümüze siyasallaşma konusunda oldukça yol almıştır. Askerî anlamda defaatle TSK karşısında başarısız kalan örgüt, belirli dönemlerde sadece Türkiye’de değil, komşu ülkelerde de siyasal güç kazanmıştır. Geldiğimiz noktada örgüt ve lideri çeşitli zamanlarda ateşkes ilan etmiştir. Bunlar 1993, 1995, 1998, 1999, 2006, 2009, 2013 yıllarında yapılan ateşkeslerdir. Bunların sonuncusu 1 Mart 2025 tarihinde ilan ettiği ateşkes ve ardından sözde silah bırakma seremonisi. Ardından kurulan komisyon ve ele alınan konuların satır aralarını okuduğumuzda, “PKK’nın silah bırakacağı, karşılığında hiçbir pazarlığın olmayacağı” söylendi. Ancak gelinen noktada örgüt ve lideri sözde Kürt sorunu üzerinden tüm Kürtlerin temsilcisi, muhatabı kabul edildi. Sonrasında da komisyona başkanlık yapan TBMM Başkanı tarafından, “PKK’nın terör örgütü olmadığına yönelik MGK karar verirse hukuki düzenlemeler yapılabilir.” açıklaması geldi. Bildiğimiz kadarıyla MGK, tavsiye niteliğinde karar alır. Öyle anlaşılıyor ki hukuki düzenlemeler ile birlikte anayasa var! Bu da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ulus-devlet yapısının tehlikede olduğunu göstermektedir.

Faruk Baybars: Yani hocam, ilginç bir şekilde başlayan süreç ilerleyen dönemlerde ufukta belirenlere göre çok daha ilginç hâle evrilebilir. Diğer soruma geçmek isterim. Örgüt ile yürütülen müzakere süreci geçmişte neden kesintiye uğradı? Günümüzde benzer engeller tekrar ortaya çıkabilir mi? Bu konuda neler düşünüyorsunuz?

Ömer Kalaycı: 2006 yılı itibariyle başlayan ve 2009’dan itibaren kamuoyuna yansıyan birinci çözüm sürecinin kesintiye uğramasının pek çok sebebi olmakla beraber temel noktada öne çıkan başlıklar; yürütülen süreçlerde aktörlerin farklı olması, PKK/KCK’nın bileşenlerinin özellikle Suriye konusundaki çıkarlarının tam olarak netlik kazanmamış olması, Türkiye’deki iç dinamiklerin yürütülen sürece çok daha açık ve sert karşılık vermiş olmaları, Türk milletinin genelinde kabul görmemiş olması, TBMM’nin dahil edilmemiş olması gibi konulardır. Tüm bunların ardından Serhildan çağrısı ile başlayan ve akabinde hendek operasyonları ile ağır bedeller ödedik. Ne var ki ilkinden yeterli dersler çıkartılamamış olacak ki gelinen noktada örgüt liderinin ve özellikle PKK/KCK 12. Kongre kararlarına paralel bir döneme girildi.

Günümüzde benzer engeller ortaya çıkar mı sorunuza gelecek olursak; örgütün ülke içindeki silahlı militanları her ne kadar Suriye’de PKK/YPG bünyesine ve İran PJAK’a kaydırılsa da KCK Eş Başkanı Karayılan’ın bizzat kendisinin kurduğu hücre şehir yapılanmaları YDG-H, 2019 itibariyle YPS’nin aktif olduğunu Karayılan kendisi bizzat söylüyor.

Öcalan’ın PKK lider kadrosu ile yaptığı telekonferans görüşmelerinin ifşa olduğu kayıtlardan da anlaşılacağı üzere, “Lozan’ın bittiğini”, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni dönüştüreceklerini ifade etmektedirler. Ayrıca TBMM çatısı altında kurulan komisyon tutanaklarında özerklik talebiyle ilgili pek çok cümle yer almakla birlikte, Filipinler Moro Özerk Bölgesi pek çok kez yer almaktadır.

Sonuç olarak; kendini fesheden, silah bırakan örgütün müzakere süreçleri de dahil örneklere baktığımızda Türkiye’de yürütülen müzakere süreciyle kıyaslanamayacak farklar görülmektedir. Türkiye’de yürütülen, adı her ne olursa olsun, müzakere süreci asla ve kat’a sağlıklı bir sonuç doğurmayacaktır. Her müzakere sürecinin sonunda Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve Türk milleti ağır bedeller ödemiş fakat örgüt ile sözde siyasi uzantısı parti, siyasal kazanımlarına bir yenisini eklemiştir. Bununla beraber Türkiye’de siyasal Kürtçülük hiç olmadığı kadar taban bulmuştur.

Faruk Baybars: Gayet net ve açıklayıcı oldu hocam. Müsaadenizle bir diğer soruma yanıt isteyeceğim. PKK/KCK terör örgütünün kurucusu Abdullah Öcalan’a Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde söz hakkı verilmesi sizce ne anlama geliyor? Bununla beraber örgütün TUSAŞ’a yapmış olduğu saldırı hazırlığı ne kadar sürede hazırlanmış olabilir? Bununla ilintili olarak da Ankara’daki hücre evlerinin istihbarat zafiyeti açısından durumunu yorumlar mısınız?

Ömer Kalaycı: Bu soruların bazı yanıtlarını aldık; diğerlerini alabilecek miyiz, bunu zaman gösterecek. Ancak hepsinden öte ciddi bir algı çalışması yapılıyor. Terör saldırısının hedef aldığı tesiste Türkiye’nin en kritik projeleri üretiliyor, birbirinden kıymetli mühendisler çalışıyordu. Eylemi gerçekleştirenlerin tesise erişmesi, insanları rehin alması, saldırı anlarının nasıl oluyorsa sosyal medyaya hızlıca düşmesi örgüt açısından büyük bir propaganda çalışması oldu. PKK/KCK, belli ki bir taraftan da bu alanda çalışan mühendislere güvende değilsiniz mesajı vermeye çalışıyor olabilir.

Faruk Baybars: Saldırıda hayatını kaybeden vatandaşlarımıza tekrardan Allah’tan rahmet ve yakınlarına sabırlar diliyoruz. Soruma geçmeden önce, Öcalan’ın 27 Şubat çağrısının somut adımlara dönüşüp dönüşmeyeceği, örgüt içinde ne ölçüde benimseneceği, örgüt yapısı ve karar alma mekanizmalarında yaşanabilecek ihtilaflar gibi sorunlar belirsizliğini korumaya devam ediyor. Bu durumda, 27 Şubat çağrısının ideolojik değişime sıcak bakmayan ya da silahlı mücadelenin sembolik gücüne inanan unsurlar arasında ciddi dirençle karşılaşma olasılığı nedir? Bu bağlamda Öcalan’ın çağrısı ne anlam ifade etmektedir? Bu çağrı PKK’nın diğer uzantılarını da içine almakta mıdır? Bu çağrının ardı, önü, içerisi, dışarısı sizce nasıl bir tablo oluşturuyor?

Ömer Kalaycı: Bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK’nın lideri Öcalan’ın 27 Şubat çağrısının yayınlanması, PKK/KCK’nın uluslararası düzeyde nasıl konumlandırıldığına dair yeni bir tartışma zemini yaratmıştır. Başından itibaren Türkiye’de PKK/KCK üzerine çalışmaların, yürütülen siyasal stratejilerin ve diplomasinin büyük çoğunluğu “Kürt sorunu” üzerinden ele alınmıştır. Esasında Türkiye’de bir “Kürt sorunu” değil, siyasal Kürtçülük üzerinden silahlı terör sorunu bulunmaktadır. Dolayısıyla ağırlık merkezi “Kürt sorunu” üzerinden yürütülen tüm çalışmalar terörle mücadelede etkin ve sağlıklı olamamıştır. Türkiye’nin dış politikadaki önceliklerinden biri, PKK’yı küresel ölçekte terör örgütü olarak tanıtmak ve müttefik ülkelerin bu tanımı kabul etmeye ikna etmek olmuş; yürütülen bu strateji kapsamı sonucunda da ABD, AB ve birçok ülke PKK’yı terör örgütü olarak tanımlamıştır. Ne var ki örgüt lideri Öcalan’ın çağrısının yayınlanmasıyla beraber PKK’nın sadece bir terör örgütü olmadığı, aynı zamanda siyasi bir aktör olduğu yönündeki söylemleri güçlendirmiştir.

27 Şubat çağrı metninde olmayan ancak Sırrı Süreyya Önder’in “not” olarak aktardığı bölümde “Pratikte silahların bırakılması ve PKK’nın kendisini feshi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir.” ifadesi, örgütün silah bırakma ve fesih konusunun kesin ve bağlayıcı olmadığını göstermiştir. Söz konusu not ile aslında yeni anayasa çalışmaları sürecine yönelik bir mesaj verilmiş; Türkiye’nin hukuki ve siyasi adımlar atması gerektiği öne sürülerek deyim yerindeyse top hükûmete ve meclise paslanmıştır.

Silahların teslim edilmesi sürecinin nasıl yapılandırılacağına yönelik bir netlik yoktur. PKK/KCK’nın silah bırakması yalnızca örgüt içi bir mesele olmayıp bölgedeki güç dengelerini yeniden şekillendirecek stratejik bir sürece evirilmiştir. Silahların teslim sürecinin uluslararası gözlem ve güvence mekanizmaları olmaksızın yürütülmesi, teslim edilen silahların kötüye kullanılması veya kontrolsüz kalması gibi riskleri de beraberinde getirecektir. Silahların yanı sıra terör eylemi gerçekleştiren teröristlerin akıbetine dair net bir çerçeve de çizilmemiştir. Son günlerde sıkça gündeme getirilen genel af konusunda bir adım atılması durumunda toplumun hafızasında adaletin tecelli etmediği düşüncesi yer edinmiştir. Bununla beraber olası bir genel af ilanının yanı sıra, “disarmament” sürecinin sadece resmî bir belge veya beyanda kalma riski, özellikle terör hücrelerinin varlığını sürdürebileceği ihtimalini güçlendirmektedir.

İdamla yargılanan, daha sonra ömür boyu hapse mahkûm edilmiş örgüt liderinin 27 Şubat çağrısının PKK/KCK’nın Irak, İran, Suriye’deki uzantıları tarafından kapsayıcı olmadığı da açıktır. Bu bağlamda PKK/KCK’nın Suriye uzantısı PYD/YPG ya da isim babası, ABD’nin “kara gücüm” dediği Suriye Demokratik Güçleri (SDG)’nin yöneticisi Ferhat Abdi Şahin’in “Öcalan’ın çağrısı PKK’ya yönelikti. Doğrudan bizim bölgemiz için değildi.” şeklindeki beyanı, benzer şekilde DEM Parti Eş Genel Başkan Yardımcısı Tayip Temel’in “Bu çağrının muhatabı PKK’dır. SDG’ye dair bir çağrı söz konusu değil.” söylemi PKK ile organik bir bağın olmadığını vurgulama veya bu bağı minimize etme çabası olarak yorumlanabilir. En önemlisi de PYD/YPG Suriye’de hâlihazırda askerî/silahlı varlığını korumakta ve özerklik elde etmeye çalışmaktadır. PKK-YPG ilişkisini tamamen reddetmeyen ancak ayrıştırmaya çalışan açıklamaları bu çerçevede değerlendirmek daha anlamlı olacaktır.

Türkiye, YPG’yi PKK’nın uzantısı olarak görerek sınır ötesi operasyonlar düzenlemekte ve Suriye’nin kuzeyindeki yapılanmayı bir ulusal güvenlik meselesi olarak değerlendirmektedir. ABD’nin “kara gücüm” dediği YPG/SDG’nin kendisini PKK’dan ayrıştırmaya çalışması, Türkiye’nin olası operasyonlarını caydırma veya en azından uluslararası kamuoyunda bu operasyonları şimdiden meşruiyetsiz göstermeye yönelik bir girişim şeklinde yorumlamak mümkündür.

İsrail’in İran’a yönelik saldırısı, HAMAS’a yönelik dekapitasyon sürerken İranlı Kürt gruplar rejime karşı yeni bir mücadele başlatma çağrısında bulundular. İran’da yaşayan Kürtler, Türkler ve Farslardan sonra ülkenin üçüncü büyük etnik grubunu oluşturuyor. İki ülke arasındaki savaş, ayrılıkçı Kürtlerin uzun süredir devam eden siyasi taleplerini daha gür sesle dile getirmek için bulunmaz bir fırsat oluşturdu. Ne var ki sahadaki durum da oldukça karışık. Çünkü İran’da yaşayan ayrılıkçı Kürtler, kültürleri, dilleri ve siyasi hakları konusunda önemli kısıtlamalarla karşı karşıya olduğunu ifade ediyorlar. Eylül 2022’de İran’ın ahlak polisi tarafından başörtüsünü uygunsuz şekilde taktığı iddiasıyla gözaltına alınan ve bu esnada yaşamını yitiren İranlı Kürt kadın Mahsa Jina Âmini’nin ardından Kürtçe “Jin, Jiyan, Azadi” yani “Kadın, Hayat, Özgürlük” sloganıyla hükûmete karşı başlayan protesto dalgası da bu kısıtlamalara karşı tepkinin ulaştığı boyutu anlamak açısından önemli.

Faruk Baybars: Bu değerlendirmeler eşliğinde, yani mevcut tabloda sahada hangi gruplar aktif? İran Kürdistanı Demokratik Partisi, İran Kürdistan Komala Partisi, Kürdistan Özgürlük Partisi, Kürdistan Özgür Yaşam Partisi (PJAK) muhalif gruplar olarak öne çıkıyor. Bu partilerin Irak’ta da üsleri bulunuyor ancak faaliyetleri hem Irak merkezi hükûmeti hem de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi tarafından kısıtlanıyor.

Ömer Kalaycı: 2023 yılında İran ve Irak arasında imzalanan sınır güvenliği anlaşması bu kısıtlamanın en önemli örneğiydi. Anlaşma kapsamında ayrılıkçı İranlı Kürt militanların sınırdan uzaklaştırılması, silahsızlandırılması ve merkezden uzak kamplara yerleştirilmesi yer aldı. 2022 yılının sonunda yine Irak’ta bulunan İranlı Kürt militanların kampları İran ordusu tarafından bombalanmıştı. Iraklı yetkililer, anlaşma hükümleri gereği bu grupları İran sınırlarından yaklaşık 100 km uzaklıktaki bölgelere yerleştirdiklerini söylese de silahsızlandırma konusunda hedefe ulaşılmadığı anlaşılıyor. Bu gruplar arasında İran Kürdistanı Demokratik Partisi, diğerlerine kıyasla daha eski bir geçmişe sahip. 1945 yılında kurulan parti, mirasını doğrudan Mahabad’a dayandırıyor. Bildiğiniz üzere Mahabad, İran’da bir şehir ancak aynı zamanda II. Dünya Savaşı döneminde Sovyetler Birliği’nin desteğiyle kurulan ve yine aynı yıl Sovyetler Birliği’nin çekilmesinin ardından İran monarşisinin yıktığı sözde Kürt devletinin de ismi. Bu yılın haziran ayında açıklama yapan parti, “Bu rejim iktidarda kaldığı sürece durum daha da kötüleşecektir. Bu nedenle, İran vatandaşlarını bu krizden, yıkımdan ve karanlıktan kurtarmanın ilk ve en önemli ön koşulu, bu rejimi tamamen ortadan kaldırmak ve sonlandırmaktır.” dedi. Komala Partisi Genel Sekreteri Abdullah Mohtadi ise Kürtlerin ve diğer etnik grupların haklarının anayasal olarak korunduğu, nükleer silahlardan arınmış, özgür, demokratik, laik ve federal bir İran” çağrısında bulundu. Benzer şekilde Kürdistan Özgürlük Partisi de İran’ın askerî altyapısının yok edilmesi sürecini ve rejimin devrilmesini desteklediklerini belirterek ayaklanma çağrısını yineledi. Bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK’nın İran kolu PJAK ise iki ülke arasındaki savaşı “Jin, Jiyan, Azadi” hareketinin yeni bir aşamaya taşınması için fırsat olarak değerlendirdi ve İran rejimine karşı harekete geçmeye hazır olduklarını vurguladı. Şüphesiz bu açıklamalar, İran’da büyük değişiklikler görmek isteyen birçok İranlı Kürt için olumlu karşılanıyor ancak bundan sonra ne yapılacağına dair tartışmalar daha fazla ağırlık kazanıyor. Bu noktada söz konusu grupların önündeki en büyük engel lider / kadro düzeyindeki dağınıklık ve askerî kapasitenin sınırlılığıdır. Bu durum, halk desteği artsa bile stratejik koordinasyonun önüne geçmekte. Ayrıca söz konusu bölünmüşlük bu aktörleri hem araçsallaştırmakta hem de kolayca bastırılabilir hâle getirmekte.

İran’daki muhalefetin dağınık yapısını anlamak için Georgetown ittifakı da önemli bir örnektir. Komala Partisi Genel Sekreteri Abdullah Mohtadi ile birlikte İran’da sürgünde bulunan muhaliflerin kurduğu bu ittifak, yayınladıkları dayanışma bildirgesinde “merkezi olmayan, demokratik, laik bir siyasi sistem” talebinin altını çizdi. İran’ın son şahının oğlu Rıza Pehlevi’nin de içinde yer aldığı sekiz kişiden oluşan bu ittifak, Pehlevi ile birlikte bir muhalifin daha ayrılmasıyla darbe aldı. İran Kürdistanı Demokratik Partisi lideri Mustafa Hicri ise BBC’ye verdiği röportajda “Kürt halkının eski diktatörün oğlu Rıza Pehlevi ile hiçbir koşulda iş birliği yapmayacağını.” belirtti. Dolayısıyla, İranlı Kürt gruplar arasında siyasi hedeften ziyade stratejik farklılıkların olduğunu söylemek mümkün. Ayrıca iç muhalefetle dış muhalefet arasında meşruiyet çatışması ve temsiliyet krizi de çıkabilir.

PKK’nın İran uzantısı PJAK ise bu noktada diğerlerinden ayrılıyor. PKK’nın bir parçası olması nedeniyle daha çok desteklenen PJAK, her ne kadar PKK’nın fesih bildirisinin kendileri için bağlayıcı olmadığını vurgulasa da yine de ana grubun dinamiklerinden etkilenecek gibi gözüküyor. İran açısından bakıldığında PJAK, doğrudan baskı altına alınan ancak geçmişte diğer Kürt gruplara nazaran “daha az tehdit” olarak konumlandırılan bir yapıydı. Ancak İran-İsrail savaşı sonrası, bu duruşun değişmesi muhtemel. İran büyük olasılıkla klasik refleksi olan baskı politikasını sürdürecektir ancak içerideki baskının rejimi sarstığı durumlarda taktiksel açılımlar da gündeme gelebilir. Türkiye açısından ise PJAK, PKK’nın İran kolu olarak bölgedeki gücünü çeşitlendirmesi anlamına geliyor. Bu durumda PKK, güçlerinin bir kısmının PJAK’a transfer ederek Türkiye’ye dönemeyen veya dönmek istemeyen eski militanlarını İran’a kaydırmıştır. En önemlisi de PKK ile yürütülen sürecin gidişatına bağlı olarak örgüt, PJAK’ı kaldıraç olarak kullanabilir veya feda edebilir.

Faruk Baybars: Sürecin gidişatı birçok hadiseye gebe hocam. İnanıyorum ki birileri her türlü senaryoya karşılık hazırlıklarını yapıyordur. Son soruma geçiyorum hocam. ABD’nin Ankara Büyükelçisi ve Suriye Özel Temsilcisi Tom Barrack, Suriye’de federal yönetim modelinin işlemeyeceği söylemi ile bir yandan Şam yönetimini muhatap almadan sahadaki denklemin sürdürülemez olduğunu vurgularken, diğer yandan YPG/SDG’ye “Özerklik talebinizi federatif devlete dönüştürmek için uluslararası garanti aramayın.” mesajı veriyor. Barrack’ın bu açıklamalarını ve mesajlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ömer Kalaycı: Tom Barrack’ın mesajlarında iki temel mesele var: İlki, merkezkaç eğilimleri kontrollü biçimde yönetip Suriye’deki yeni yönetimi topyekûn çökertmemek, ikincisi ise İsrail’in güvenliği. Bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK’nın sözde örgütü fesih ve silah bırakma süreci de bu koşullardan bağımsız değerlendirilemez. PKK/KCK terör örgütünün fiili bir dağılma sürecine girmesi iç politik tartışmaların ötesinde bölgesel gelişmelerin tezahürü olarak görülmeli. Ferhad Abdi Şahin Cilo’nun Batı’daki temsiliyeti, Öcalan’ın video mesajının zamanlaması, YPG-Şam yönetiminin görüşmeleri, PKK sonrası yeni Kürt siyasal aktörlüğünün nasıl uluslararası sisteme eklemleneceğini gösteriyor. Özetle, bölücü Kürtçü terör örgütü PKK/KCK, ideolojik mirasını PYD/YPG eliyle Suriye’ye devrediyor. Tom Barrack’ın diğer mesajlarından biri olan federalizm olmayacak” retorik düzeyde önemli olsa da saha gerçekleri ve sahadaki güç boşluğu karşısında garantisi olmayan boş bir laftan ibaret olarak değerlendirmek de mümkün. Çünkü Şahin Cilo’nun Eski Suriye diktatörlükle yönetilen, merkezileşmiş bir rejimdi. Biz âdemi merkeziyetçi bir Suriye istiyoruz.” sözü ve son olarak Tarık el Şara’nın da bu sözü desteklemiş olması unutulmamalı. “Federal devlet” ifadesi, Suriye’nin bütünlüğünü destekleyen ülkeler için kırmızı çizgi olarak görülebilir ancak Batı destekli “güçlü yerel idare” modelinin Suriye’yi şekillendirenlerce meşru kabul edilme olasılığı yüksek gözüküyor.

Faruk Baybars: Değerli hocam ülkemizdeki süreç ve bunların yanında gelecek açısından tüm maddi delillere dayanarak geçmişin hafızasıyla birlikte sorularıma cevap verdiğiniz için teşekkür ederim. Terörsüz bir Türkiye hepimizin ortak hedefi. Ancak bu hedef doğrultusunda toplumun yüksek çoğunluğunun kabul etmeyeceği yöntemlerin uygulanışı sürecin gerçek bir başarıya ulaşmasının önündeki en büyük engel olduğunu düşünüyorum. Sizlere bu söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

Webinara
Kayıt Ol !

Son 2 Gün