Blog Yazılarımız

TUDPAM | Türk Dış Politikası Araştırma Merkezi > Analizler > Türkiye-Filistin İlişkileri ve Bölgenin Geleceği

Türkiye-Filistin İlişkileri ve Bölgenin Geleceği

Mehmet BABACAN

Bursa Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler, Doktorant

Bugün “Filistin (Palestine)” olarak adlandırılan topraklar aslında geçmişten beri Büyük Suriye’nin bir parçası olarak Akdeniz’in güneydoğu köşesindeki Levant bölgesinin bir kısmını tanımlamak için kullanılmış, İslâm kaynaklarında ise bu bölge “Kenan ili” ya da “Kenan diyarı” olarak adlandırılmıştır. Hz. Ömer önderliğindeki ordunun 637-Yermük Savaşıyla ele geçirdiği Filistin, bu tarihte İslam egemenliğine girmiş, 1099’da Haçlıların işgaline uğramasının ardından 1187’de Selâhaddin Eyyubi tarafından ve 1517’de ise Yavuz Sultan Selim tarafından tekrar Müslümanların idaresine alınmıştır. Osmanlı egemenliğinde Kudüs, Nablus ve Akka sancaklarına ayrılarak “Güney Suriye” ya da “Filistin” adı altında idare edilen bölgenin kaderi Osmanlı Devleti’nin ve Hilafetinin dağılmasıyla birlikte değişmeye başlamıştır. Fransa ve Britanya arasında 1916 yılında imzalanan Sykes-Picot Antlaşmasıyla İngiliz egemenliğine bırakılan bu bölgeye daha Sultan II. Abdülhamid zamanında başlayan Yahudi göçlerinin giderek artması ve çatışmaların baş göstermesi bölgenin uluslararası yönetim altına bırakılması fikirlerini doğurmuştur. Ne var ki İngiltere bölgede durumu idare etmekte zorlanarak bu bölgenin geleceğini Birleşmiş Milletlere (BM) havale etmiş ve üzerindeki tarihi sorumluluktan kurtulmaya çalışmıştır. BM’deki Çoğunluk Planı’nın 1947’de onaylanmasının ardından Filistin toprakları üzerinde İsrail Devleti’nin 1948 yılında kuruluşunu ilan etmesi hem uluslararası toplumu hem de Türkiye’yi yakından ilgilendiren sorunların ve günümüzdeki tablonun doğmasına yol açmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşundan itibaren Filistin halkıyla geçmişten gelen tarihsel, dinsel ve sosyo-kültürel yakın ilişkilere sahiptir. Filistin halkının meşru temsilcisi olarak ortaya çıkan Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ile 1975 yılından itibaren resmi ilişkilerini devam ettiren Türkiye, Cezayir’de 15 Kasım 1988’de sürgünde ilân edilen Filistin Devleti’ni ilk gün tanıyan devletlerden olmuştur. Özellikle sahip olduğu kutsal mekânlar bakımından yüzyıllardır Osmanlı idarecileri nezdinde ayrı ve hassas bir konumda olan Filistin’in ifade ettiği kutsiyet ve taşıdığı önem günümüz Türkiye’si için de geçerli olmaya devam etmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2020 yılı içinde yaptığı bir konuşmada; “Kudüs bizim kırmızı çizgimizdir. Kudüs satılık değildir” sözleriyle Türkiye’nin bu konudaki hassasiyetini ve sözde barış adı altında resmedilen işgal planları ile Filistin tarafına dayatılan Yüzyılın Anlaşmasına tepkisini ortaya koymuştur. Tarihsel, dinsel ve sosyo-kültürel motiflerin etkisi altında şekillenmesinin yanı sıra, uluslararası hukuku önceleyen, bölgedeki insani ve vicdani yükümlülükleri de bir kenara atmadan ilkeli duruşuyla Ortadoğu coğrafyasındaki diğer ülkeler açısından örnek teşkil eden Türkiye’nin Filistin politikasının genel parametrelerini ise;

  1. a) Öncelikle Filistin-İsrail anlaşmazlığı bağlamında iki devletli çözüme yönelik, bu konudaki temel BM kararları (242, 338 SK. vd.) çerçevesinde müzakere yoluyla adil, kapsamlı ve kalıcı bir çözümün sağlanması ile 1967 sınırları temelinde başkenti Doğu Kudüs olan territoryal (topraksal) bütünlüğü sağlanmış bağımsız ve egemen bir Filistin Devleti’nin kurulması,
  2. b) Filistin’deki siyasi bölünmüşlüğün çözüme ulaşılmasına engel olması nedeniyle; Hamas ve Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) başta olmak üzere Filistin halkının siyasal iradesini temsil eden temel tarafları diyalog ve görüşmeye davet ederek Filistin’de ulusal birliğin ve İsrail’e yönelik politika konusunda tek-sesliliğin sağlanması,
  3. c) İki-devletli çözüm amacına yönelik olarak, tıpkı 2012’de Filistin’in BM gözlemci üyesi olarak kabul edilmesi için sarf edilen diğer çabalarda da olduğu gibi, Filistin’in BM ve diğer uluslararası platformlarda tanınmasının ve temsilinin sağlanması,
  4. d) Filistin Devletinin, otoritesinin hatta halkının orta ve uzun vadede yok sayılması anlamına gelecek (ABD Büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Kudüs’e taşınması, İsrail yayılmacılığının ve işgalinin hızlı bir şekilde artması gibi) faaliyetlere karşı diplomatik ve insani düzeylerde gereken tepkinin en etkili şekilde gösterilmesi,
  5. e) Bölgede İsrail’in yasa-dışı uygulamaları sonucu vuku bulan adaletsiz ve hukuksuz durumun uluslararası toplumun gündemine gelmesini sağlamak,
  6. f) Özellikle İslam İş birliği Teşkilâtı (İİT), Arap Birliği gibi bölgesel çapta önem taşıyan uluslararası örgütler nezdinde Filistin-İsrail sorununa yönelik ortak bir tutumun benimsenerek “Arap Barış Planı” çerçevesinde bölgesel ve somut çözüm önerilerinin desteklenmesi,
  7. g) TİKA, Türk Kızılay’ı eliyle Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs’te kardeş Filistin halkına yönelik kalkınma ve insani yardım projelerinin yürütülmesi, BM Filistinli Mültecilere Yardım Ofisi (UNRWA) ile eşgüdüm içerisinde olan AFAD aracılığıyla ise Filistinli Mültecilere gıda ve diğer yardımların ulaştırılması olarak sıralayabiliriz.

Türkiye yukarıda ortaya konulan temel parametreler ekseninde ve Filistin’e yönelik insani ve hukuki yönleri ağır basan ilkeli politikası çerçevesinde İsrail’in sürdürdüğü işgaller ve gerçekleştirdiği insan hakları ihlalleri karşısında bu eylemleri kınayarak uluslararası platformlarda bunları dile getirmiştir. Keza Filistin’de ulusal bir birliğin sağlanabilmesi için Hamas Siyasi Büro Şefi ile beraberindeki heyet kabul edilmiş, FKÖ ve Hamas’ın Millî Birlik Hükümeti kurma çalışmalarına destek verilmiştir. Türkiye’nin yanı sıra İran ve Katar’ın da büyük tepkisini çeken bölge ülkelerinin İsrail’le normalleşme adımları, bizzat Filistinliler tarafından da “Filistin davasına ihanet” ve “sırtlarından bıçaklanma” olarak nitelendirilmiştir. Filistin halkının geleceğinin demokratik ve yasal süreçler kapsamında güvenceye alınmasına önem veren Türkiye bu hususta öne çıkarılan Muhammed Dahlan gibi illegal aktörlerin Filistin siyasetine entegre edilmesini onaylamayarak tepkisini göstermiştir. Türkiye Covid-19 küresel salgını öncesinde olduğu gibi salgın esnasında da gerek tıbbi yardım ve malzeme konusunda gerekse de insani diğer yardımlar konusunda Filistin halkından desteğini esirgememiştir.

Bölge dışından gelen ve Filistin halkını ve otoritesini yok sayarak İsrail odaklı ilerleyen girişim ve müdahaleler karşısında geçmişte uluslararası mekanizmaları harekete geçiren Türkiye, bölge ülkelerinin birçoğunun artık Filistin meselesini kendileri için bir “yük” görerek Filistin halkını yalnız bıraktıkları bir ortamda Filistin meselesinin neredeyse “tek savunucusu” haline gelmiştir. Bu nedenle “ahlâkî realizm” olarak da tanımlayabileceğimiz Türkiye’nin Filistin politikası, içerisinde hem insani/vicdani hem de stratejik argümanları bulunduran İslam dünyası içerisinde yükselen yegâne ilkeli ve tutarlı politika olarak karşımıza çıkmaktadır. İsrail Devleti’nin var olma hakkına karşı çıkmayan ancak uluslararası hukuk ve BM kararları çerçevesinde iki-devletli çözümü savunan Türkiye, Osmanlı geçmişi ve sosyal-kültürel etmenler sebebiyle Filistin Meselesine daha hassas ve özel bir mesai harcamaktadır. Özellikle de Filistinli Müslümanların ibadet ve yaşam haklarına saldırı sayılabilecek insan hakları ve hukukla bağdaşmayan eylemlere karşı yeri geldiğinde sesini yükseltebilen böyle bir politika bölgede geleceğe yönelik barış umutlarının artmasını sağlayacak tek güvence olarak belirmektedir.

Webinara
Kayıt Ol !

Son 2 Gün