Akademisyen – Yazar
Uluslararası sistem genellikle ‘Batılı’ devletler tarafından dünyamıza dikte ettirilmiştir. Ve bu zorundalığın Kıta Avrupa eksenli ilerlediğini 18. yüzyıl ile 19. yüzyılda daha fazla tezahür bulduğunu da. Aslında 20. yüzyıla doğru ilerlerken emperyalizm ve Avrupalı devletlerin arasındaki rekabetin Birinci Dünya Savaşına giden taşların dizilişi olarak da belirtebiliriz. Keza, Almanya’nın, özellikle 1870 sonrasında hızlı sanayileşme ile silahlanma hususundaki ilerlemesi, Fransa ile yüzyıllardır yaşadığı jeopolitik rekabet ve çözümsüzlüğün beraberinde, Kıta Avrupa’sını 20. yüzyılda ilk Büyük Dünya Savaşına sürüklemesini doğurmuştur. Sadece Almanya ile Fransa arasında değil, Avrupa’nın diğer devletlerinde bunlar görülecektir.
Avrupa her ne kadar yüzyıllardır içerisinde Otuz Yıl Savaşları ve daha birçok kanlı savaşlar görmüş olsa bile, dünya savaşının dehşetiyle karşı karşıya kalacağını düşünemeyecekleri gibi, bunun büyük kayıplara ve Avrupa’nın her yerine yayılım göstereceğini de hesaba katmamışlardır. Birinci Dünya Savaşı bir gerçeği daha Avrupalı devletlere gösterecektir, Atlantik’in karşı tarafındaki Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) savaşa müdahil olmasıyla yüzyıllardır süren Avrupa üstünlüğünün artık olmayacağı gibi, bir ABD gücünün varlığını hissetmeleri olacağıdır. Avrupa’dan dünyaya yayılan ilk büyük savaşta birçok nedenin ve parametrelerin mevcut olduğunu biliyoruz. Özelikle Avusturya veliaht prensinin bilinçli ve organize olmuş bir şekilde Sırp ‘’Kara El’’ terör örgütü tarafından öldürülmesinin ardından ilk dünya savaşının kıvılcımı çakılmış oldu.
Avrupa’da patlak veren ilk büyük dünya savaşıyla yayılımın nereye sirayet edeceği tasavvur edilmediği kadar, gerçek olanın ise Avusturya’nın ağabeyi Almanya tarafından kollanarak yönlendirildiğidir. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Sırbistan’a, yapamayacağını bildiği halde katillerin yakalanması için kırk sekiz saatlik süre verdi. Bunun yanında Sırbistan’da bazı yerleri işgal edeceğini de ifade etmişti. Ve kaderinde olmalıdır ki, Bosna Hersek (Saraybosna) direkt hedef seçilmişti. Sırbistan yüzyıllardır kadim dost ve müttefik olan Ruslardan yardım isteyecektir. Ancak, Almanya Avusturya için nasıl temkinli davrandıysa, aynı şekilde Ruslar da Sırbistan için temkinli, bir o kadar tereddüt yaşamaktaydı. Muhakkak ki, iki tarafında ağabey konumunda oldukları Almanya ve Rusya’nın ne diyecekleri, nasıl tavır takınacağı da önem arz ediyordu. Almanya’nın Petersburg Büyükelçisi Alman makamların savaş olmasın ve sulh içerisinde halledilsin mektubunu Rus Dışişlerine götürerek ısrar etmesine rağmen Rus makamların çok geç artık seferberlik başladı, demesiyle savaşın tüm Avrupa’yı kavuracağını bildiği için de diplomatik misyonun deneyimiyle binadan hüngür hüngür ağlayarak çıkmıştır.
Nihayetinde savaş, Avrupa’dan tüm dünyaya yayılmıştır. Burada her ne kadar bir Sırp tarafından Avusturya veliaht prensi öldürülmüş olsa bile, asıl bu suikastın arka tarafında farklı bir ajandanın olduğunu siyasi tarih bizlere ibretle göstermektedir. Pekâlâ, bu ajanda Sırpların Avusturya-Macaristan İmparatorunun seksen yaşlarına gelmesi ve ölümü halinde yerine geçecek olan Avusturya veliaht prensinin imparatorluk bünyesine Slovenler ile Hırvatları alacak olması olayın arka planı olabilir mi? Böyle bir senaryonun gerçekleşmesi demek, Büyük Sırbistan’ın kurulmasının önündeki engel kadar, Balkanlardaki milletlerin Sırpları yok saymasına neden olacağı düşüncesi ve bununla beraber, zayıflayan bir Sırbistan’ın ortaya çıkacak olması anlamı taşıyacaktır. Böylelikle, Birinci Dünya Savaşının patlak vermesinde basit bir suikast planının olmadığı apaçıktır. Bundan hariç, bu büyük ilk savaşın çıkmasında önemli bir yerinde olduğu ortadadır. Ünlü Alsas-Loren bölgesi yani zengin kömür ve diğer maden yataklarının olduğu gerçeğidir. Almanya’nın ilk satırlarımda da bahsettiğim gibi hızlı sanayileşme ve bunun neticesinde silahlanmaya hız vermesidir. Bunun içinde büyük demir-çelik fabrikalarını ateşleyen kömür hammaddesinin ihtiyacından kaynaklı olmasıdır. Fransa ve Almanya bunun için savaşmak zorunda kalmışlardır.
Birinci Dünya Savaşı ile genel itibariyle bu kadar yazdıktan sonra, asıl şimdi buradan gerçeklerle ilerleyerek Üçüncü Dünya Savaşına (!) bakmak yerinde olacaktır. Son yıllarda dünya savaşı olgusu gündemde olmasına rağmen hiç bu kadar konuşulmamış ve bu kadar ciddiye alınmamıştı. Çünkü bir dünya savaşına giden dinamikleri görmek ve bunların somut analizlerle irdelemek lazım. Burada dikkat çeken şey, dünyanın farklı kıtalarında bölgesel savaşların artış göstermesi ve dondurulmuş sorunların ise sıcak çatışma riskini aşarak alevlenmesidir. Avrupa’daki Rusya-Ukrayna savaşının uzaması ve bunun neticesinde savaşın boyutunda hacimsel büyümesi ve çok sayıda devletin müdahil olmasıdır. Bu çoğalma illa ki, çatışma içerisine girmekten ibaret değildir. Buraya silah ve cephane, ayrıca büyük maddi yardımların yapılması şeklinde düşünmek yerine olacak. Burada ABD ile Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) bir tarafta iken Rusya diğer tarafta, Rusların yanında olan Çin gibi bir aktörün olmasıdır.
İsrail-Filistin savaşında dünyanın gözü önünde tek taraflı bir soykırım gerçekleşiyor. Bir savaştan ziyade bir milletin temizlik operasyonu olarak görülmesi daha doğru olacak. Ve maalesef ki, NATO’nun Ukrayna için yaptıkları ortada iken, söz konusu Filistin olduğunda NATO’nun tarafını İsrail’den yana tavır takınması, aslında NATO’nun sadece ABD’nin ve onun Avrupalı müttefikleri için hizmet ettiğini ortaya koymaktadır. Orta Doğu’da şuursuz bir devlet aygıtı olarak yakında komşularına da saldıracak İsrail’in bölgesel savaşı tüm Orta Doğu’ya yaylım ederek Üçüncü Dünya Savaşına davetiye çıkarmayacağını kim garanti edebilir ki? Bence hiç kimse!
Nihayetinde Birinci Dünya Savaşına doğru dizilen taşların, günümüzde Üçüncü Dünya Savaşına dizilmediğini söylersek kendimizle çelişiriz. Ancak, dünyanın ve insanlığın savaşa değil, refaha ve yaşanabilir dünyaya, barışa ihtiyacı var. Ne var ki, realist biri olduğum için uluslararası siyaset uzmanı olarak şunu söyleyebilirim: ‘’Üçüncü Dünya Savaşı’’ olasılığı yükselmektedir. Ve bu dünyamız için büyük bir tehlikeden fazlası demektir. Böylesi bir havanın uluslararası sistem üzerinde dolanması barışı ve diplomasiyi de kıymetli bir hale getiriyor. Her daim barış ve diplomasi tercihini önde tutan Türkiye, sistem üzerindeki krizlere yönelik hem yapısal hem de fonksiyonel katkı sağlamaya devam ediyor. Olası bir dünya savaşının oluşturulmaya çalışıldığı günümüzde Türkiye’nin barış misyonuna sahip olması ve diplomatik enstrümanları dikkatle kullanması önem arz ediyor. Yoksa Orta Doğu’da, Kafkasya’da, Ukrayna topraklarında çakılan kıvılcım, bize de sıçrayabilir. Dolayısıyla Türkiye, son dönemde olduğu gibi dikkatli adımlar atmaya da devam etmelidir.